Yazar: 19:07 Köşe Yazıları, Politika

Devletin Rotası; İki Seçenek!

Devletler de gemiler gibidir. Tek farkları tarih denen büyük okyanusta yol almalarıdır. Bu yüzden nereye ve nasıl gidecekleri, yolda karşılaşmaları mümkün sorunları hesap etmeleri, fırtınalarda alabora olmamak, sığ sularda karaya oturmamak veya kayalara çarpıp parçalanmamak için önlemlerini almaları gerekir. Tam bu noktada kaptanın bilgi seviyesi, deneyimi, öngörü yeteneği, kritik anlarda kararlılığı, ekibi ve tayfalarıyla kurduğu ilişkiler, vb belirleyici olur. Her gemi yola çıkmadan önce bir rota tayini yaptığı gibi devletlerde izleyecekleri rotayı, olası sapma veya revizyonları gözden geçirmek durumundadır. Ancak böylelikle zor fırtınaları kazasız belasız atlatmayı başarabilirler. (Tabii bu arada gemiye gizlice binmiş sabotajcılar ya da yakın çevrenizde torpilleri kızağına sürülü, periskopları üzerinize çevrili denizaltılar olması ihtimalini de unutmamak gerekir!) Bazen ise geminize çok güvenip, büyük bir kibre kapılabilirsiniz ve “batmaz” zannettiğiniz geminizi büyük bir hızla yol üzerindeki beklenmedik bir aysberge çarptırarak suyun dibini boylamasına yol açabilirsiniz. Tıpkı Titanik’in başına geldiği gibi…
 
Türkiye’de şu anda “rota sorunu” yaşayan bir gemi gibidir. Nitekim uzun süredir devletin “derin katları”nda iki seçenek tartışılıyor hatta çatışıyor. Devlet eskisi gibi “misak-ı milli” sınırları içinde mi kalacak yoksa genişleyip, büyüyecek mi? Diğer bir deyişle mevcut sınırları içinde “kendi yağıyla kavrulan” -ancak Kıbrıs gibi hayati konularda yeri geldiğinde refleks gösteren- bir “yapı” olarak mı kalacak yoksa bölgede daha aktif bir politika izleyip –başta eski Osmanlı coğrafyası olmak üzere- kendine bir tür “yaşama alanı” açmayı mı hedefleyecek? Burada “Yeni-Osmanlıcılık” tartışmaları bağlamında “Federasyon” ve Kuzey Irak’ın “Türkiye’ye bağlanması” da dahil birçok “formül” konuşuluyor. (Hatta “sivil-aktivist eylemi” gibi görünse de “Mavi Marmara” yolculuğunu da bu kapsamda değerlendirmek gerekecek belki de!) Hal böyle olunca geminin durgun sularda “kazasız belasız” bir yolculuk yapması zaten mümkün değil. Her iki seçeneğinde bir bedeli var…
 
Bu anlamda Türkiye ilk tercihini 2. Dünya Savaşı sonrası, 1945’lerde oluşan “yeni denge” de yaptı ve 50’lerde perçinledi. Dünyanın “yeni efendisi” belli idi. Kurulan “iki kutuplu dünya düzeni”nde (ABD/Batı Bloğu-Sovyetler/Doğu Bloğu) seçimini yaptı ve “Batı” tarafında yer aldı. (Aslında bu “paylaşım”ın çoktan “büyükler” tarafından yapıldığı belli oluyordu ve bize “katılmak” kalıyordu!) Bunda burnumuzun dibindeki “Rus ve Komünizm tehdidi” belirleyiciydi. Bu tehdidin ne kadar “reel” olduğu ve Türkiye’nin “ilk ateşe atılacak” cephe önü “yem ülke” olup olmadığı tartışmaları bir yana bu “korku” temel etkendi. Böylelikle bir “sistem ülkesi” haline gelip NATO, CENTO gibi esasen batı çıkarlarına göre oluşturulmuş paktlara, ”ikili anlaşmalar”a, ordunuzun bu konseptler doğrultusunda “revizyonu”na, istihbaratın, demokrasinizin, ekonominizin, eğitiminizin, kalkınma stratejinizin, vb her şeyin buna göre yeniden şekillenmesi gerekiyordu ve “bağımsız duruş”tan ilk “kopuş” ya da “taviz” böyle şekillendi. O günden bugüne –artan oranda- “dış dinamik” sürecin şekillenmesinde giderek “belirleyici” hale gelmiştir. Türkiye’nin “kendine ait” sandığı seçimleri bile perdelenmiş “dış dinamik” yönlendirmeleridir. Bu anlamda özellikle günümüzde hayli aldatıcı ve popüler olan  “dış etkilere açık küresel dünya” söylemiyle “dış dinamik tarafından belirlenen” durumlar, kurumlar, siyasal sistemi birbirine karıştırmak tümüyle farklı sonuçlardır. Öte yandan 1945 koşullarında yapılan tercihin kendine özgü bir “rasyonalitesi” vardır. Ancak bu “rasyonite”nin Türkiye’ye pahalıya mal olan sonuçlarını da görmek gerekmektedir.
 
Bugünde 1945 sürecine benzer bir “tercih” ya da “tarihsel an”la karşı karşıya olduğumuz anlaşılıyor. O yüzden adına ne derseniz deyin –kabuk değiştirme, deri değiştirme, vb- yeni bir “format atma” durumu gündeme geliyor. Şu an devletin derinlerine hakim “dominant eğilim” de bu görünüyor. Bu yeni durum klasik cumhuriyetin ve “ulus devlet” modelinin tedrici tasfiyesi üzerine kurulacak gibi duruyor. Türkiye’nin çevresi ve bölgesiyle daha “aktif” ilgilenmesi isteniyor. Burada bazı “sınırlandırılmış roller” veriliyor. İçte sürüp giden çatışmada bunun “bakiyesi”dir. (Yeni anayasa arzusu, birileri açısından Ak Parti’nin iktidarını koruması gerekliliği, hatta sızdırılan kasetler bile bu eksendedir.) Gelişmelere bağlı olarak orta-uzun vadede “Türkiye’nin himayesinde” bir Kürt devleti projesi yahut bu oluşumun bir “özerklik” ya da “federasyon” çatısı altında Türkiye’ye bağlanması, bu temeldeki bir “başkanlık sistemi” arayışı izlenecek “yol haritası”nın siyasal argümanları olacağa benziyor. Bu tercihte de “dış dinamik” belirleyici gözükmektedir.
 
Türk derinlerinin bir kısmının da böyle düşündüğü anlaşılmaktadır. Onlarda “Eğer dünya bizim dışımızda değişiyor, yeni bir sitem ve paylaşım kuruluyorsa ve biz bunu engelleyemiyorsak o halde o sürece adapte olmalı, bu süreçten lehimize en azami sonuçlar çıkarmalıyız” diye düşünüyor görünüyorlar. Tüm tartışmada buradan çıkıyor zaten. Bu eksende olayı bir “darbe/demokrasi” ya da “demokrasi isteyenler/istemeyenler” diye okumak yanlıştır. Sadece bu formüle direnmek isteyenler ya da direnmeyenler vardır. Bize “vesayet” tartışması gibi gelen tümüyle budur.
 
Burada eğer “hamasi nutuklar”a göre düşünmüyorsak asıl sorun şudur; “Güçlü Devlet” olmadan “büyük devlet” olunabilir mi? Veya “güçlü devlet”mi olacağız “büyük devlet” mi? Bana göre “Güçlü devlet” olmadan “Büyük devlet” olunmaz ve öncelikli tercih bu yönde olmalıdır. Kendimizi kandırmayalım; Türkiye şu an “güçsüz” olmamakla birlikte ne tam “güçlü” ne de tam “büyük” devlettir. Türkiye “Kırılgan devlet”tir. Ekonomisi ile kırılgan, “Kürt sorunu” ile kırılgandır. Dolayısıyla bu kırılgan ve kaygan zeminde kendimizi ne küçümseyen ne de dev aynasında gören bir yol aranmalıdır.
 
Peki “güçlü” ya da “büyük devlet”ten ne kastediyorum?
 
– Güçlü ordu “güçlü devlet”in ön şartlarından biri olsa da “yeter” şartı değildir.

– Öncelikle güçlü bir ekonomiye dayanır.

– Ekonomik toplam değeri tüm topluma dengeli bir şekilde yayan bir ekonomik sistem gerekir.

– Güçlü ve iddialı bir bilimsel faaliyeti yürütür. Bilimsel ve teknolojik alanda söz sahibidir.

– Güçlü, ezberci olmayan bir eğitim yapılanmasına dayanır.

– Ortak bir hedefe yönelmiş toplum gerektirir.

– Kültürel ve sosyal yozlaşmanın geriletildiği, “insan” unsurunun sağlam olduğu bir zemin gerektirir.

– Sadece kendi ülkesinin çıkarlarını gözeten, yabancı etkiyi minimum hale getirmiş, ülke üzerine oynanan oyunları bozan bir istihbarat servisi gerektirir.

– İyi işleyen, partizan olmayan bir bürokrasi gerektirir.

– Güçlü, tüm kurumlarıyla oturmuş bir “demokrasi”ye dayanmalıdır.

-Bağımsız ve yaratıcı düşünebilen, ufku geniş, şu veya bu partinin şakşakçısı olmayan bir “entelektüel sınıf” gerekir.
 
Maddeler arttırılabilir. Ancak bu noktaların bazılarında ciddi sıkıntılarımız olduğu hissedilmektedir. Bunlar sağlanmadan girişilecek maceracı tarzda bir “büyük devlet pozisyonu” kısa sürede hayal kırıcı sonuçlara yol açabilir. Türkiye önceliğini tümüyle bunların sağlanmasına vermelidir. Zaten bunları sağladığınızda diğer “güçlüler” ya da “büyükler” sizin “dayatmacılar”ınız olmaktan çıkıp “partneriniz” konumuna geleceklerdir. O yüzden dikte edilmiş metinler üzerinden “emperyal rol kesme” ile gerçekten “emperyal” olmak farklı statülerdir. Gerçekten “emperyal” olanın ise birilerinin icazetine, yeşil ışık yakmasına, konjonktür sunulmasına zaten ihtiyacı yoktur. Böyle davranabilmek her şeyden önce bir güç ve gücünü yönetebilmek meselesidir. Türkiye şu an daha ziyade, “yürü be koçum kim tutar seni” şeklinde gaz verilen bir ülke manzarası çiziyor. Bu ise arkasındaki “”motive edici” büyük gücün planlarına uygun düştüğü sürece geçerlidir. Ancak o şart altında “bölgesel lidercilik” oynamasına izin verilecek gibi görünüyor. Bunu bir “fırsat” kabul edip kendilerine bir “yaşam alanı” açabileceklerini zannedenler yanılabilirler. Deniz beklenmeyen kabarmalara gebe görünmektedir.
 
Bu anlamda “Büyük olmak” esen rüzgâra göre bir gündelik “politik tercih” değil, sabırla adım adım örülen bir “sürecin” türevidir. “Büyük olma”nın ön koşulu ise “güçlü olmak”tan geçmektedir. Güçlülük ise bir “iddia” değil oluşan bir “realite”dir.
 
Unutmayalım; hükümetler, siyasi partiler, liderler gelip geçicidir. Önemli olan geminin kendisidir…
 
 
Atilla Akar

(Visited 79 times, 1 visits today)
Kapat
Yandex.Metrica