Yazar: 19:46 Bilim, Köşe Yazıları, Manşet Haberler • 2 Yorum

Evren Boyutlarının, Yaşama Etkisi

 

 

 

EVREN BOYUTLARININ YAŞAMA ETKİSİ

 

Evrenimiz üç boyutlu bir geometrik uzaydan kurulmuştur. Boyut kavramı, çok ileri bir fizik konusudur ve bu konuda uzmanlaşmış bilimcilerin sayısı da fazla değildir. En, boy ve yükseklik olarak (x,y,z) bir koordinat sisteminde her noktanın belirli bir referans noktasına göre (0,0,0) yeri ve mevkii belirlenir. Eğer bir boyuttan söz edersek tek bir çizgiyi düşünebiliriz. (nokta boyutsuz kabul edilir) Bu çizgi bir doğrultu boyunca istenildiği kadar uzayıp gider. İki boyut bir yüzeyi oluşturur. Şu anda okuduğunuz yüzey iki boyutlu bir ortamdır. Çünkü sadece eni ve boyu vardır.  Okyanusta hareket halinde olan gemiler, enlem ve boylam vererek (x,y) ekvatordan ve kutuplardan geçen hayali çizgilere göre yerlerini belirtirler. Bir duvar, tavan ve tabanın en ve boyu olduğu için iki boyutlu bir yüzeydir. Üçgen, kare, daire, dikdörtgen ve elips iki boyutlu geometrik şekillerdir. Bütün iki boyutluların bir yüzeyi ve bu yüzeyinde işgal ettiği bir alan vardır.

 

Üçüncü boyuta geçerken ‘yükseklik’ kavramı gündeme gelir. Denizde hareket eden bir geminin tam üstündeki uçak, ayni enlem ve boylamın kesiştiği noktanın ne kadar yukarısında olduğunu belirtmesi için uçtuğu seviyeyi rapor etmesi gerekir. Küp, prizma ve küre gibi geometrik hacımlar üç boyutludurlar. Çevremizde gördüğümüz ve her gün kullandığımız eşyaların da üç boyuta sahip olduğunu biliyoruz.  Masa, sandalye, araba, ev, papatya, ekmek, kalem, kitap vb. özetle tüm yiyecek, giyecek ve kullandıklarımız üç boyutludur. Üç boyutlu bir uzay içinde yaşamamız, çocukluktan beri alıştığımız ve artık şartlandığımız bir ortam olduğu için belki bize ‘olağan’ gibi gelirse de aslında üç boyutlu uzay tüm fiziksel sabitelerin oluşması için gerekli bir ön şart olarak değerlendirilmelidir.  Newton’un çekim yasası üç boyutlu bir uzayda -uzaklık- faktörü ile bir anlam ve değer kazanır.

 

Uzayda boyut ve mesafe kavramı hiç kuşkusuz uzay adamları, yani astronotlar tarafından güçlükle algılanır olmalıdır. Bunun için ‘Uzay hekimliği’ adı altında yeni bir bilim dalının gelişmekte olduğunu biliyoruz.

 

Yeryüzünden fırlatılan bir aracın içindeki astronot, dünyanın yörünge düzlemine girdikten sonra, kendisini bekleyen çok çeşitli sorunlarla tek başına kalır. Bu sorunların başında ‘ağırlıksız’ olmak vardır. Astronot, her ne kadar daha önceki

 

eğitimlerde yeteri kadar deneyim kazanmışsa da, Dünyadan binlerce kilometre ötede, yuvadan ayrı kalmanın garip yalnızlığı içinde, sadece önündeki sayısız ibrelerin, göstergelerin anlamlarını çözmeğe çalışacaktır.

 

Astronotlar, yörüngedeyken, yer istasyonu ile radyo bağlantılarını sürdürmüşler, yerçekimi güçlüğünü yenmeğe çalışmışlar, uzay gemisini kontrol etmişler, beslenmişler, kameralarını kullanmışlar, deneyleri sürdürmüşler; kısaca uçuş programlarında öngörülen her komutu yerine getirmişlerdir.

 

Uzay gemisi Dünyadan korkunç bir hızla ayrılırken, en önemli güçlük yerçekimine karşı koyan bu hıza dayanabilmektir. Hız arttıkça, astronotun ağırlığı da artar ve karşı konulmaz bir güçle koltuğuna doğru itilir. Vücut, bu gücü yenebilmek için, koltuğun arkasına bir karşı basınç uygular. Böylece sırt ve karın kaslarında şiddetli bir gerilim hissedilir. Ağırlıksız duruma geçildiğinde de sırt kasları yavaş yavaş gevşer ve organizma kendi kendini düzene koyar.

 

Yörüngeye oturma işlemi tamamlandıktan sonra, başka zorluklar bilhassa yön tayini sırasında ortaya çıkar. Sağ, sol; kuzey, güney,  hatta aşağı yukarı gibi kavramlar birbirine karışır. Karışmaktan da öte,  bu kavramlar uzay ortamında artık anlamlarını da kaybederler. Çünkü uzayda neresi aşağı, neresi yukarısı gibi soruların mantık açısından bir değeri yoktur. Bununla beraber, astronot, uzay gemisinin penceresinden (lomboz) baktığı zaman, yeryüzünü ‘yukarıda’; yıldızları da ‘aşağıda’ gördüğü anda, kabin içindeki durumunu algılayabilir. Laboratuar çalışmaları sırasında sıfır yerçekimi durumunda aşağı ve yukarı gibi tanımlar ortadan kalktığı için, astronot uzay gemisinde ‘tavanda’ yürürken, ‘tabanda’ gezinirken; edindiği deneyimleri hatırlayabilir. Böylece uzay aracının lombozundan yeryüzüne paralel olarak hareket ettiğini görünce gerçek yönünü anlamakta güçlük çekmeyebilir.

 

Astronot

Astronot uzayda yön bulmakta zorluk çeker. Neresi aşağısı, neresi yukarısı? Zaten kuzey, güney, doğu ve batı gibi kavramlar da uzayda anlamlarını tamamen yitirmişlerdir.

 

Boyut kavramını incelerken, canlıların hangi boyutta yaşayabilmelerinin uygun olacağı tartışılır. Asalında bütün canlılardaki beslenme ve boşaltım sisteminin üç boyuta göre ayarlanmış ve düzenlenmiş olduğunu anlıyoruz. Ünlü kozmolojist Prof. Hawking’in kitabından alınmış aşağıdaki resim, iki boyutlu bir hayali hayvanın beslenme sorunu ile nasıl karşı karşıya kalacağını göstermesi bakımından vurgulayıcı bir örnektir.

 

iki boyutlu hayvan

 

Sanki duvardaki gölge misali gibi iki boyutlu bir hayvanın sadece en ve boya sahip olduğu görülüyor. İyi ki evrenimiz en boy ve yükseklik gibi üç boyuta sahip. Ayrıca bu boyuta bir de zaman boyutu ekleyerek dört boyutlu bir evren içinde yaşıyoruz. Başka boyutlarda yaşamak olanaksız! Bu bir tesadüf mü?

 

Londra Üniversitesinden Prof. Paul Davies, ‘Modern Evrende Uzay ve Zaman ‘ adlı eserinde şunları söylüyor: (Kaynak: Space And Time In The Modern Universe/ Shf:215)

 

“Bazı kozmoloji bilimcileri, birden fazla evrenin var olduğuna inanmaktadır. Her evrende değişik fizik yasalarının var olacağı ve bizimkinden farklı koşulların hüküm süreceği kabul edilmektedir. Bizimkinin çok özel olarak izotropik, soğuk ve homojen seçilmesinin nedeni vardır. Çünkü BİZ, yalnız ve yalnız bu TİP bir evrende yaşayabilirdik. Eğer uzaydaki mikro dalga ışımasının mutlak sıcaklık değeri 3 derece olamayıp da oda sıcaklığında olsaydı, BİZ OLMAZDIK!  Eğer çekim kuvvetinin şimdiki değeriyle galaksiler oluşmamış olsaydı, HAYAT olmazdı. Biyolojik sistemlerin YAŞAMLARINI sürdürebilmeleri, ancak ve ancak uzayın bildiğimiz bu özellikleri ile bağdaşır.”

 

Üzerinde durulmağa değer bir diğer ilginç nokta da, Evrenin genişlemesi ile canlılık kavramı arasındaki sıkı ilişki olarak değerlendirilir. Genişleme olayının ilk kez Hubble tarafından ortaya atılmasından bu yana,  çok sayıdaki bilimcinin bu konu ile yakından ilgilendiği biliniyor. Evrenin ne kadar zamanda, ne kadar genişlediği; yani genişleme hızının ne olduğu sorusuna cevap arayan uzmanlar, buldukları sonucu son derecede ‘çarpıcı’ olarak nitelendiriyorlar. Genişleme o kadar kritik bir hızda ve o kadar hassas bir aralıkta sürüyor ki, bu hızın,  az bir miktar değişimi, tüm evrenin alt üst olmasına yeter. Bu konuyu ‘Dünyada bir numara’ olarak bilinen ünlü kozmolojist Prof. Stephen Hawking, ‘Zamanın Kısa Tarihi’ adlı eserinde şöyle anlatır. (Kaynak: A Brief History Of Time / Shf: 121)

 

Evrenin genişleme hızı o kadar kritik bir orandadır ki, Big Bang’tan sonraki birinci saniyede bu oran eğer, yüz bin milyon kere milyonda bir ( 10 -17 ) daha küçük olsaydı, Evren şimdiki durumuna gelmeden kendi içine kapanarak çökerdi”

 

Fransız Bilim Akademisi üyesi Prof. Jean Guitton, ‘Tanrı ve Bilim‘ kitabında şunları anlatıyor: (Kaynak Simavi Yayınları 1993 Çev: Yaşar Avunç Shf: 47, 54 -55)

 

Evren, düzenli bir maddenin, sonra yaşamın, en sonunda da bilincin ortaya çıkmasını sağlamak için titizlikle ayarlanmış gibi görünüyor. Evrensel değişmezlerin biri -örneğin yerçekimi, ışık hızı ya da Planck sabiti-  başlangıçta en ufak bir değişime uğrasaydı, evrenin canlı ve zeki varlıkları barındırmak için hiç bir şansı bulunmaz, hatta belki de evrenin kendisi de ortaya çıkmazdı. Bu ŞAŞIRTICI incelikteki ayarlama, salt rastlantı mıdır yoksa DÜZENLEYİCİ bir zekadan mı doğmuştur?”

 

“Doğanın temel değişmezleri ve yaşamın ortaya çıkmasına neden olan ilk koşullar, şaşırtıcı bir kesinlikle ayarlanmıştır… Evrenin rastlantı sonucu doğmuş olması için matematiksel olasılık SIFIRDIR. Bizim varoluşumuz, başlangıçta Planck zamanında titizlikle programlanmıştır. Bugün çevremde bulunan her şey, evrenin içinde önceden tohum olarak VARDI. Evren, insanın saatinde geleceğini biliyordu. BİZLER EVRENİN KENDİSİYİZ.” 

 

Yale Üniversitesinden Prof. Robert K. Adair, ‘Büyük Düzenleme’ adlı eserinde şu ifadelere yer verir: (Kaynak: The Great Design Shf: 321)

 

Evrendeki nükleon (atom çekirdeği) sayısının fotonlara oranı bire karşı bir milyardır. Ancak Evrenin ilk yaratılışı sırasında fotonlarla birlikte nükleonlara karşı bir de anti nükleonlar  (karşıt çekirdekler) mevcuttu. Madde ile karşıt madde bir araya gelince birbirini yok ederek enerji ortaya çıktı. Bizler şimdi maddenin egemen olduğu bir evrende YAŞIYORUZ. Maddenin antimadde karşısındaki az miktardaki fazlalığı, bu yaşamı mümkün kılmıştır. Bir diğer ilginç nokta da evrenin elektriksel olarak nötr durumunda olmasıdır. Evrendeki elektron sayısı ile proton sayısı eşittir. Bu eşitlik NASIL izah edilecektir? Üçüncü bir ilginç soru mikrodalga ışıması ile ilgilidir. Evrenin her yönüne egemen olmuş -270 derecelik fon ışıması, birbirinden milyarlarca ışık yılı uzaktaki galaksilerde de aynen geçerlidir. Evrenin farklı bölgelerinde birbirinden bağımsız olarak gelişen galaksilerdeki bu hassas benzerlik nasıl gerçekleşmiştir. (Işık hızı ile haberleşme bile bu benzerliği sağlayamaz!)

 

Rastlantı mı yoksa zorunluluk mu? Buna siz karar vereceksiniz.

 

 

Taşkın TUNA

 

 

 

(Visited 193 times, 1 visits today)
Kapat
Yandex.Metrica