Son günlerde dikkatimi çekti…
Bazı gayretler var. Anlamaya çalışıyorum…
Belki de devreye alınan yeni bir strateji vardır…
Belki bunlar stratejinin ipuçlarıdır…
Kararı siz verin…
Ünlü bir televizyoncu… Programı artık klasik olmuş. Şimdi küçük bir kanalda yapıyor işini…
Osmanlı tarihini sol dünya görüşüyle yorumlamaya gayret eden konuğa soruyor…
Konuk cevap veriyor;
“Osmanlı tam bir halklar hapishanesiydi.”
Sunucu yılların tecrübesini konuşturuyor. Konuğun üstüne gider gibi yapıyor…
“Halklar hapishanesi dediniz. Çok ilginç, farklı bir bakış açısı.”
Gecenin yarısı olmuş. Pür dikkat seyrediyorum. Son cümle beni kopartmış…
Dayanamadım. Sanki ben de stüdyodayım. Konuğa, yani evimdeki ekrana doğru;
“Acaba” dedim…
“Üsküdar meydanında bir çeşme var. Kitabesindeki şiirleri okuyabilir misin?”
Ve ekledim;
“Bu kadar çarpıtma cesaret ister. O da ancak Osmanlı’yı hiç bilmeyende olabilir.”
Program akmaya devam etti… Derken, internetten bir izleyici;
“Oğlu olmayan padişah var mıdır?” diye sordu…
Hayret! Tarihçi konuğumuz sustu kaldı… Osmanlı’yı post-modern yorumlayabilen bir entelektüel, bu soruyu bilemedi…
Osmanlı’nın böylesine derin bir analizine yeltenip, böylesine basit bir soruya karşı sergilenen cehaleti -ben dahil- sanırım seyreden herkes, hayret ve şaşkınlıkla geçiştirdik…
Kim bilir, belki de yeni bir stratejinin ipucuna rastlamıştık…
Milletin uyanma eğilimi gösteren çok güçlü bir arketipinin hançerlenmesi teşebbüsüne şahit olmuştuk…
İnternetten soru soran izleyici, bir süre sonra araştırıp cevabı bulmuştu. Çocuğu olmayan bir değil, iki değil, üç değil, tam dört padişahımız olmuştu…
Sıradan bir insan, sadece beş dakikalık bir araştırmayla sorusunun cevabını bulabilmiş olmasına rağmen Osmanlı’yı böylesine alışılmışın dışında, derinlemesine yorumlayabilen bir tarihçimiz, kafasını başka bir alana yoğunlaştırarak araştırma yaptığı için susup kalmıştı…
Kararı siz verin…
Ertesi akşam… Başka bir Tv…
Bu kez, İslami kökenden gelen bir gazeteci, Kur’an ayetlerini yorumluyor. Kendisine sorulan sorulara cevap veriyor.
Önceden kurgulanmış olduğu hemen anlaşılan bir soru geliyor;
“Anarşizmle Kur’an’ın öğretisi arasında bir benzerlik olabilir mi?”
Cevap;
“Peygamberimiz, deyim yerindeyse tam bir anarşisttir.”
Bu kes sabredemedim. Gecenin sessizliğinde sesimi epey yükseltmişim…
“İslam’ın kuralları var. Anarşizm kuralsızlıktır.”
Bağırmışım…
Kendime gelince, yapılmak istenen şeylerdeki benzerliği biraz olsun görebildim…
Bu kez daha güçlü, daha temel bir arketipimize suikast girişimi çok net seçilebiliyordu…
Saldırı, sistemli gibiydi…
Başka bir akşam haberleri izliyorum. Sendikacılar 1 Mayıs için ısrar ediyorlar. Açıklama yapan kişi ısrar gerekçesini açıklıyor;
“Taksim’den başka bir yer olmaz. Orada şehitlerimiz var.”
Bir an duyduğum şeye inanamadım…
“Şehitler!” dedi…
Yani gerçeğe şahit olanlardan bahsediyordu. Diri olup yaşamaya devam edenlerden…
“Hayret!” dedim.
İslami bir kavram, nasıl olur da dine karşı olduğunu haykıran bir ideolojinin literatüründe kullanılabilir?
Böyle bir şey aslında işçi sınıfı açısından kendilerine yapılan bir zorlama olarak görülmelidir.
Sap saman, birbirine karışmış…
Sonra aklım başıma geldi. “Tabii” dedim;
Müslüman bir milleti başka nasıl saptırabilirsin? Tabi ki onun dilini konuşarak…
Böyle saçmalıklarla bu millet bundan sonra saptırılabilir mi yoksa bu gayretlere gülüp geçelim mi?
Kararı siz verin…
Haberler devam ediyordu. Gezi parkında bir hareketlenme oldu. Gençler yayılmışlar çimenlere, kitap okuyorlar. Sonra polis geldi. Tartışma başladı…
Görüntü aslında çok masum. Polisin şöyle dediğini duydum;
“Siz beni aptal mı sanıyorsunuz? Sizin ne yapmak istediğinizi bilmiyor muyum?”
Bir kıpırdanma olduğu besbelli. Her şeye rağmen polis, olayı çözmüş görünüyor…
Kararı siz verin…
Olumsuzluk üretebilme gayretlerine rağmen Kuzey ve Güneyimize bakınca Cennet’te yaşadığımız hissine kapılıyorum…
Ukrayna’da iç savaşın ayak sesleri başladı bile. Irak yeniden kaosa girdi. Suriye malum. Mısır’da idamlar…
Ortada kaldık…
Sanki dünyanın bu bölgesi tam bir cehennem olmuş ve Allah bizi koruyup ortasındaki Cennet’e yerleştirmiş…
Türkiyemiz sanki yıkıcı bir fırtınanın odağındaki sakin bir bölge olarak kalmış…
Öyle bir inat var ki. Tutkulu bir inat. Şu güzelim ülke neden bu fırtınalardan etkilenmiyor diye çırpınan. Fırtına bunları da yıksın dağıtsın arzusuyla kıvranan…
Bütün kutsal kavramlarımızı işbirlikçileriyle hançerleyen. Milletin temellerine suikaste heveslenen… İnatçı yıkıcılar…
Hayret dedirtiyorlar insana…
Yeni bir strateji olabilir mi?
Tutar mı dersiniz?
Bu mahalleden salyangoz satıcılarına müşteri çıkar mı?
Yoksa birkaç meraklı çocuk, satıcının etrafını sarmış da, biz mi paranoya yapıyoruz?
Bu yüzden mi dikkatimizi çekiyor böylesine hokkabazlıklar?
Kararı siz verin…
Serhat Ahmet TAN