Site icon Anahtar TV

Lübnan Çıkmazının İç Yüzü

Yıllardır ateş çemberinin içinde yasayan Lübnan nihayet sessizliğini bozdu. 4 Ağustos 2020 Salı günü başken Beyrut Limanı’nda meydana gelen patlamayla Orta Doğu’da bunca kargaşa varken Lübnan nerede? Diyenlere ses verdi. Orta Doğu’nun kaynayan kazanı olan Lübnan, böyle sessiz mi kalacak söylemelerini dillerine pelesenk edenlere müjdeler olsun(!)..

Başkent Beyrut Limanı’nda meydana gelen patlamayla yeniden oyunun içine çekilen Lübnan nihayet düzenbazların yüzünü güldürdü. Limanın 12 numaralı deposunda bulunan 2 bin 750 tonluk amonyum nitratın yanması sonucu ortalığı cehenneme çeviren yangında 170’den fazla kişi hayatını kaybetti. 6 binden fazla kişi de yaralandı. Kentte meydana gelen büyük yıkım nedeniyle yüz binlerce kişi evlerini terk etmek zorunda kaldı. Ve halk sokağa indi.

Olaydan yönetimi sorumlu tutan göstericiler, hükümetin istifasını istediler. Yaşanan arbedede yüzlerce kişi yaralanırken bir polis de öldü. Göstericilerin istifa taleplerine karşı hükümet görevinden istifa ederken göstericiler eylemlerine son vermediler…

Beyrut şehir merkezindeki parlamento binası çevresinde toplanan protestocular, Cumhurbaşkanı Mişel Avn’ın maketini yaktılar. Tüm çağrılara rağmen durmak bilmeyen göstericiler şimdi de patlamadan sorumlu tuttukları tüm siyasileri istifaya çağırıyorlar. Protestolar sırasında güvenlik güçleri protestoculara göz yaşartıcı gazla müdahale ederken protestocular da taş atarak karşılık verdiler.

Olaydan sonra bölgeye giden Cumhurbaşkanı yardımcısı Fuat Oktay ile Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, gerçekleştirdikleri ziyaretin ardından önemli açıklamalarda bulundular.

Oktay, “Bizim için tek Lübnan var. Türkiye ile Lübnan ilişkileri bir komşu olma ötesinde bir kardeş, dost ilişkisi. Lübnan’ın yaralarını birlikte saracağız.” dedi. Doğu Akdeniz ile ilgili mesajlar veren Çavuşoğlu ise: “Herkes Yunanistan’ın niyetinin iyi olmadığını gördü. Yunanistan-Mısır arasındaki anlaşma ile haklılığımız ortaya çıktı. Artık kimse bize Akdeniz’de gerilim yaratıyorsunuz diyemez.” diye konuştu.

 

FRANSA CUMHURBAŞKANI’NIN BEYRUT AÇIKLAMALARI

Patlamadan 2 gün sonra Beyrut’a gelen Fransa Cumhurbaşkanı Macron, mevkidaşı Mişel Avn, Lübnan Başbakanı Hassan Diyab ve Meclis Başkanı Nebih Berri ile bir araya geldi. Lübnan Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda gerçekleşen görüşmenin ardından açıklamalarda bulunan Macron, sokaklardaki insanların öfkeli olduğunu hissettiklerini anlatarak “Yolsuzlukla mücadele için hızlı siyasi girişimler başlatılmalı. Lübnan yıllardır ekonomik kriz sıkıntısı yaşıyor. Bu krizin çözümü için siyasi girişim gerekiyor.” ifadelerine yer verdi.

Daha sonra Fransa’nın Beyrut Büyükelçiliği resmi konutunda basın toplantısı düzenleyen Macron, Lübnan’lı yöneticilerle görüşmelerinde açık bir dil kullandığını, onlardan da sorularına şeffaf cevaplar beklediğini belirtti. Eylül ayının başında Lübnan’a geri döneceğini bu büyük sıçramanın yapılabileceği kanaatinde olduğunun belirten Macron “büyük sıçrama” ifadesine açıklık getirmedi…

Fransa’nın başkenti Paris’te 2018’de düzenlenen Lübnan’a destek konferansı CEDRE ‘de vadedilen yardımların, elektrik, su ve kurumlarda yapılacak reformlar ile yolsuzlukla mücadelenin gerçekleştirilmesini beklediğini kaydeden Macron, ‘Lübnan’da yeni bir siyasi düzenin inşa edilmesi gerektiğini’ vurguladı.

Ziyareti esnasında yetkililerle bir araya gelen Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron yaptığı açıklamalarda ziyaretinin, “Fransa halkının Lübnan halkıyla dayanışma içinde olduğu mesajını vermek”,yaralılar ile hayatını kaybedenlerin yakınlarının yanında olmak” ve “patlamanın nedenine ilişkin bir açıklama duymak” gibi hedefleri bulunduğunu ifade etmesi Arap medyasını rahatsız etti. Macron’un yaptığı açıklamalardan ve üslubundan rahatsız olan Arap basını,  Fransa Cumhurbaşkanının açıklamasında “sömürgeci zihniyetin yattığı” nitelemesinde bulundu…

Arap sosyal medya kullanıcıları, Macron’un “Lübnan’da yeni bir siyasi düzenin inşa edilmesi gerektiği” yönündeki gibi çeşitli açıklamalarını ve patlamanın ardından sergilediği tutumu eleştirdi.

İngiltere’de yaşayan Filistinli tarihçi Beşir Nafi, Twitter hesabında Macron’un ziyareti hakkında:  “Fransa, bir süredir Emmanuel Macron gibi emperyalist yanını frenleyemeyen bir cumhurbaşkanı görmemişti.” ifadelerini kullandı. Nafi, “Adam (Macron),utanmadan Lübnan siyasi hayatı için yeni bir döneme girmekten bahsediyor. Felakete uğramış Beyrut’a yaptığı kısa ziyarette Lübnan hala Fransız sömürgesiymiş gibi davranıyor.” yorumunu yaptı.

Yemenli aktivist Yemani bin İslam es-Salimi, “21. yüzyılda yaşıyoruz. Dünya artık daha güçlü. Sömürge zamanları geçti. Ancak Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un zihninde devam ediyor.” ifadelerine yer verdi. Salimi, “Macron, Lübnan’da siyasi, ekonomik, toplumsal rejim değişikliğinden bahsediyor. Lübnan hala Fransız sömürgesiymiş ya da kendine bağlı bir köymüş gibi davranıyor.” değerlendirmesinde bulundu.

Filistinli gazeteci Abdulkadir Fayiz ise, “Macron, ülke içi krizleri ve uluslararası başarısızlığını bir kenara bırakıp sanki Lübnan, Fransız sömürgesiymiş gibi davranıyor. Rejim değişikliğinden, yeni bir siyasi dönemden ve yeni Lübnan’dan bahsediyor.” ifadelerini kullandı. Fayiz, “Bölgedeki rolü büyük ölçüde gerileyen Fransa, Beyrut felaketini, bölgede yeniden konumlanmak için kullanıyor gibi.” tespitinde bulundu.

Mısırlı aktivist Nur ed-Din de “Macron, yeni Lübnan’dan, daha iyi bir ekonomiden bahsediyor. Sanki Lübnan, Fransız sömürgesi.” ifadelerine yer verdi…

Arap medyasının en azından bir kısmının infialini anlamak mümkün değil. Sahi niye rahatsız oluyorlar ki? 1516 yılında Mercidabık zaferiyle Yavuz Sulta Selim tarafından yönetimi Osmanlı’ya geçen Lübnan, Osmanlının mağlubiyeti ile sonuçlanan Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Fransa ile temasa geçen Marunîler ve İngiltere ile temasa geçen Sünniler arasındaki hangi ülkenin sömürgesi altına girelim düellosu sonunda Fransa’nın baskın politikasıyla sömürgesi altına girmemiş miydi?

Lübnan halkı belki bilmiyordu ama en azından ülkenin okumuş yazmışları 1943 yılında Fransa’nın görsel sömürgeden kurtulduklarını sanırken gerçekte sömürgenin yönetim kanalıyla devam ettiğinin farkında değiller miydi?..

Şimdi Osmanlı’nın zayıf zamanında hemen fırsatı ganimet sayan yabancı güçlere kucak açan Lübnan’ın sözde aydınları ve kanaat önderleri neden soruyorlar acaba Fransa Cumhurbaşkanının pervasız açıklamalarını (!)…

Biz de Osmanlı torunu olarak bölgeyi ziyaret ettik ama sömürmek için değil dün olduğu gibi bu günde kardeşliğimizi göstermek için. Dün geldiği gibi bugünde 45 saatlik 4.139,1 Km’lik yolu kateden Fransa Cumhurbaşkanı acaba neden bunca zahmete katlandı?

LÜBNAN’IN COĞRAFİ SINIRLARI

Lübnan devletinin bugünkü coğrafi sınırları patlamadan sonra olay yerine koşan Fransa tarafından 1920’de çizildi. Burası daha önce Şam (Biladi Şam) diye bilinen bölgenin içinde yer alıyordu. Coğrafi tespitlere göre Şam bölgesinin içinde; Suriye, Lübnan, Filistin ve Ürdün yer almaktadır. Tarihi tespitlere göre Araplar Suriye’ye milattan 3000 sene önce geldiler.

1071 Malazgirt savaşından önce zamana zaman Selçuklu devletine üstünlük sağlayan Rumların bölgedeki hakimiyetleri devam ediyordu. Antakya’yı bölgenin merkezi yapan Roma, halkın bir kısmına özerklikler tanımıştı. Özerklik verdiklerinin kendi milletinden olduğunu ileri süren İmparator, onlardan diğerlerinden daha az vergi alıyordu. Rumların bölgedeki hakimiyeti Malazgirt savaşından sonrada da bir süre devam etti.

Bizans’ın hâkimiyeti altında olan bölgede, sahilde yaşayanlar ve içeride yaşayanlar olarak ikiye ayrıldı. Bu kopma, İslami fetihler gelinceye kadar devam etti. Dört halife devrinde Bizans’ın elinden Mısır, Suriye, Lübnan, Filistin, İran ve Irak alındı.

Bizans yönetimi altında ezilen bölge halkı,  İslam fatihlerine, dini temsilcilerinin imzasını taşıyan birçok mektup göndererek kendilerinin de Bizans zulmünden kurtarılmalarını istediler. Kendi dinlerinden olan Bizans’ın katı kanunları onlara yasama hakkı tanımıyordu. Asıl ecdatları Romalı olan bu halk, kendilerine yaklaşan İslam fatihlerinin rahmet ve şefkatlerini duymuşlardı.

Emevi devleti zamanında Bizans’ın yanında yer alan (Ceracime) Suriye de Emevi’lerin hezimetini istiyordu. Bu dayanışma Bizans filosunun İslam devletinin içinde Akdeniz sahillerine yanaşarak Ceracime’ye maddi yardımda bulunmasının meyvesiydi. Bu durum Ermeni halifesi Velit’in kardeşi  (Müslime bin Abdülmelik’)i harekete geçirecek ve bu hareketten korkan Ceracime’yi Lübnan’ın dağlık bölgelerde yerleşmesine itecekti. (705-714m)

Abbasiler halifeliği zamanın da tekrar fitne çıkaran Ceracime ‘’’’ Abbasi sahillere Müslüman gücünü hızlandırma politikasını uygulamaya itti. – Amanos dağının Karadağ tepesinde kurulmuş olan Cürcüme şehrinde yaşayan halka Müslüman Araplar Cürcümânî, Bizanslılar ise Mardaites (Merdeîler) derlerdi. – Bu akım, iki hedef üzerine bina edilmiştir:

1.Bizans’a karşı mukavemet.

2.Moranilere karşı önlem.

Haçlılar Selçuklular ile Fatımilerin arasında giderek büyüyen sürtüşmeyi fırsat bildiler. Bunun üzerine de MS 1095 yılında Papa ‘’Arbanos’’ Kudüs’ü Müslümanlardan kurtaracağını açıkça ilan etti.

Haçlıların bölgedeki hâkimiyeti

Haçlıların bölgede hâkimiyeti 1096’dan sonra yarım asır devam etti. Daha  sonra Müslümanlar yeniden kaybettikleri toprakları teker teker geri aldılar. 1144’de Ali Zeki, Reha’yı geri alırken 1198’de (Selahattin Eyyubi) Kudüs fethetti.  Ve ardından 1291’de memaliklerin bölgede ki hâkimiyeti geldi. Haçlıların bölgeden çıkışından sonra büyük bir sükûnete bürünen Lübnan,  özellikler Maruniler açısından kaçırılmaz bir fırsat oluşturdu. Onun içindir ki birçok kilise ve idari merkezini memalikler döneminde bina ettiler.

Marunîler, Osmanlı’nın bölgeye girişiyle yönlerini Memaliklere bağlı Antakya Kilisesine çevirdiler. Dünyanın hiçbir ülkesinde benzeri görülmeyen bu ülke, bütün semavi dinlerin ve ilk çağ dinlerin sergilendiği bölge olma özelliği taşımaktadır. Resmi kayıtlara göre 17, halk arasında ise birçok etnik ve dini gurubun bulunduğu Lübnan’da siyasi mücadeleler ve entrikaların biri bitmeden diğeri baş göstermektedir.

LÜBNANDA SİYESİ MÜCADELENİN İÇİNDE YER ALAN BAŞLICA GURUPLAR

1.Müslümanlar: M. 7. Yüzyılın ilk yarısında Bizans’ı Suriye’den çıkaran Müslüman Araplar bölgeye akın akın göç ettiler. Bu göçlerle, içeride doğacak bir fitneyi bastırmayı, Bizans’a karşı demografik yapıyı değiştirmeyi amaçlamışlardı.

  1. Maruniler: İlk yaşayış yerleri hakkında farklı rivayetler de bulunan Marunîler Antakya ile Cülus (Halep’in 70 km2 kuzeyinde) yaşadıkları en büyük ihtimaller arasındadır. Marunî tarihçileri ise dedelerinin Suriye’nin Kuzeyi Antakya’da yaşadıklarını iddia etmektedirler.

3-Müslüman Sünniler, Şiiler ve Dürziler:  Sünniler Lübnan’ın sahil şeridin de, Şiiler, Beka Vadisinde ve güneyde,  Dürziler Lübnan dağlarının orta kesiminde konuşlandılar. Marunîler’in ise; dağlık bölgelere oradan da H. 7. Yüzyılın sonlarında Lübnan dağlarına çekildikleri ileri sürülmektedir. Bu tarih bazı batılı Müslüman tarihçiler tarafından tenkit konusu edilmiştir. “692’de 12.000 askerle Halife Abdülmelik’i hezimetine uğrayıp Suriye’yi geçerek Lübnan’a sığınan Marunîlerin hicri 7. Yüzyılının sonlarında asker sayılarının söylendiği kadar olması olanak dışıdır. Haçlı seferleri esnasında 11-12 yüzyılda sayıları 40 bini aşmayan Marunîlerin 7. Yüzyılda 12 bin askerle savaşa girmesi hayalden başka bir şey değildir” denilmektedir. Tarihçilerin iddialarına göre Maruniler’in sayısı 7. Yüzyılda 10 bin kişiyi geçmiyordu.

Fransız tarihçileri hicret sebeplerini Abdülmelik’le olan hezimetlerine değil Hristiyan kilisesiyle olan dini anlaşmazlıklara bağlıyorlar. İlk Ruhbanlığı Suriye’de yapan Marunî’ler göçebe hayatı yaşıyorlardı. Aşiret reisi ‘Marunî’nin ölümüyle öğrencileri tarafından kısa sürede yayılan bu yeni mezhep Bizans imparatoru tarafından sakıncalı görülmüştü. Marunîler Bizanslılara göre bir nevi Hristiyanlığı bölmeye yeltenen bölücü örgüt niteliğindeydi. Bizans’ın isteklerine karşılık veren Antakya Kilisesi, Marunîleri aforoz ederken zamanla Lübnan’da ikinci bir adreslerinin olacağını hiç düşünmese gerek.

Batının bölgedeki en etkin kilisesi

Fransa ve diğer batılı ülkelerin bölgeden fiilen çekildikten sonra onlardan geri kalan ruhları barındıran Lübnan kilisesi, Vatikan’ın tanıdığı bir papalıkla tarihi yerini muhafaza etmiştir. Bu papalık, bir taraftan bölünmenin önüne atılan bir set görüntüsünü arz ederken, onların ata yadigârında tüttürülen ocakları oldu…

Müslümanların bölgede hâkimiyetlerinin sürdüğü bir zamanda tekrar toparlanmasını bilen Marunîler, Suriye içlerinde yeniden yapılandıktan sonra tekrar Antakya Kilisesi arasında bağlantı kurdukları için Vatikan’ın tarafından şereflendirildiler. Marunîlerin bu çalışmaları 17. Yüzyıl sonlarında ve 18. Yüzyılda hâkimiyetlerini bölgede ilan ederek taçlandı… Yuhanna Marun’u tesis ettikleri kiliseye Antakya’nın Lübnan’da temsilcisi ünvanını vermeleri de aynı tarihe rastlar.

4.Dürziler: (966-1021) Tarihleri arasında Fatımilerin 6.Halifesinin talebeleri tarafından yayılmaya çalışılan yeni mezhebin adı Dürzi idi.  Daha önce için fazla bilgi bulunmayan bu mezhep kısa zamanda Lübnan’da yayıldı.

Davetçiler kendilerinin İsmailiy’ye ve Şia’nın bir kolu olduklarını iddia ediyorlar. Bunların tam Şia oldukları söylenmese de ehlisünnetten bazı konularda uzak düştükleri ve Şia ile çeşitli konularda birleştikleri gözden kaçmamaktadır…

Bu mezhebin en bariz görüşleri arasında İmamiye yer almaktadır. Bu mezhep sahiplerine göre imam:

-Yeryüzünde Allah’ın halifesi ve günahsızdır. Aynı zamanda kavminin bilginidir. Allah’a hidayet yolu ondan geçer. Ona bağlı olmayanlar hidayetten nasibini alamazlar. Bunun içindir ki Fatımi imamlarına Dürziler bu gözle bakmıştır. Onlar Allah’ın hidayet erleridir. Bu mezhep insanları iki kategoriye ayırarak değerlendirilir.

1-Cehl (cahil) tabaka: Dini vecibelerden muaf tutulan tabaka. Bunların dini sorumluklarının olmadığı görevlerinin sadece ve sadece âkil takıma hizmet etmek olduğuna inanılır

2-Âkıl tabaka: Bu tabaka dünya ve ahiretten ve kendilerine hizmet eden cahil tabakadan sorumlu tabakadır. Onların yalnız dinin emir ve nehilerini yerine getirmesi yeterli değildir. Bunlar da kendi aralarında ibadetlerine göre mertebe katederler. Ayrıca bu tabaka Dürzilerin, bütün milletlere üstünlüğünü tanıtmakla da mükelleftir. Kendi içinde dinin ana hükümlerinden (metin) yükümlü ve bazı cüz’iyelerden (tefsir) yükümlü olmak üzere ikiye ayrılır. Bu kol da kendi arasında fırkalara ayrılır.

Dinin ana hükümlerinden yükümlü olan kol idare tabakasıdır. Bunlar; Şeyh-el İslam, Seyh’ül Meşayih, Şeyh Meseyıh’il Asr, Seyh’ül Asr diye adlandırılır. Dürzi devletinin en yetkilisi Şeyh’el Asri dir. Cumhur reisinden sonra gelen yetkili ise, Şeyh tir. Bu dini ve siyasi yetkileri elinde tutar.

Daha sonra iki siyasi liderin, Reis ve Başbakan’ın ortaya çıkmasıyla Şeyh’in sultası sona ererken Şeyh Asr’ın yetkileri devam eder. Tutuculuğu ile bilinen bu mezhep yanlıları, diğer dini mezheplerde olduğu gibi zamanla dini duygulardan uzaklaşarak dünyevi çıkarlarını ön plana almışlardır. Bu materyalist zihniyet le başlayan kendi arasında sürtüşmenin miladının doğuşu ilk kabile reisliğine gebe kalışın başlangıcıdır. Bu iç kavgalardan meydana gelen kopmalarla Canbolat ve Özbeki kolları ortaya çıktı. Halen bu iki kabile reisinin zaman zaman çatışmalarına şahit oluyoruz.

OSMANLININ BÖLGEYE GİRİŞİ

Lübnan’daki Marunîler Müslümanların Sayasının çoğalmasından rahatsız oluyorlar, endişe duyuyorlardı. Yalnız Müslümanların yaşantılarından bir şey değiştirmelerini istememeleri onları Müslümanlar aleyhine eylem yapmak ya da onlara karşı cephe almakta zorluyordu. 1516’da Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim tarafından Mercidabık savaşıyla Lübnan ve diğer ülkeler Osmanlı’ya yönetim altına girmişti.

Emeviler, Abbasiler ve Memaliklerden gördükleri muamelenin daha iyisini gören Marunî’ler Emir Fahrettin’in kendilerine Emir olarak atanmasıyla bekledikleri zemini yakaladılar. “Dağlar Sultanı” lakaplı Osmanlı Emiri Fahrettin zamanında  istedikleri ortamı bulan Marunîler kaldıkları yerden emellerine ulaşmak için yine ağababası olan batılı ülkelerle temasa geçmeye başladılar. Bu dönem bölgede bulunan dini etkinlikleri birbirine bağlayan tek faktör aynı imparatorluğa “cizye” adı altında vergi vermekti. Bunun dışında bütün etnik gruplar sükûnet ve barış içinde yaşıyorlardı.

Osmanlı’nın bölgede iki görevlisi vardı; biri İstanbul’u, İdareyi temsilen görevli hâkim yâda vali, diğeri ise, Yargıçtı

İdari görevli olarak tayin edilen Emir, Osmanlı ile bölge arasında bir ulaşım sağlama özelliği tanımakla sultanla halk arasında köprü vazifesi görüyordu. Sultan tebaaya karşı emir ve yasaklarını atadığı Emir aracılığıyla duyuruyordu. Halk Osmanlı’ya olan cizyesini emire verir o da İstanbula ulaştırırdı. Halkın ikinci görevi ise kabileler arsında çıkacak kargaşanın önlenmesi için asker ve mühimmat vermesi. Eğer kabileler arasındaki kargaşayı yatıştıracak kadar asker ve mühimmat toplanmazsa Emir İhtiyaç halinde İstanbul’dan takviye isteyebilirdi.

Yargıcın görevi ise, hukuki alandaki sorunları çözmekti. Emir, Osmanlıya karşı Sayda, Trablus ve Şam’dan da sorumluydu. Bu durum Osmanlı aleyhine Avrupa’yla anlaşan II. Fahrettin zamanına kadar devam etti. (1580)

Bu bölgeler, Osmanlının göndermiş olduğu Emir’in dışında kabile reisleri tarafından yönetime tabi idi. Halkın sorumluluğu sadece Osmanlı’nın temsilcisiyle bitmiyordu. Kabile reisinin de kendine has görevleri vardı. Bu görevler arasında yargı ve vergi toplama geliyordu. Yargıç;  Evlenme boşanma ve mal taksimi dışındaki hukuki anlaşmazlığı çözerlerdi. Ölüm fermanları ise dini liderler tarafından onaylanırdı.

Vergileri Toplama: Vergi iki kısımdan müteşekkildi. Bir kısmı Osmanlı devletine ait olan cizyeyi oluştururken diğer kısmı da kabilenin özel işlerine harcanacak giderleri içine alıyordu. Bir de kabile reisinin harcayacağı da ayrıca hesaba katılırdı. Osmanlı daha sonra halktan vergiyi kaldırdı. Artık Osmanlının bölgedeki hakimiyeti kâğıt üzerindeki karalamadan öteye geçmiyordu. Bu durum, II. Fahrettin ‘in batı ile alakasından sonra tekrar cizye alınır seviyesine dönüştü.

Bölgedeki bu yönetim boşluğundan istifade etmesini bilen Kilise; Marunîlerin, Dürzilerin ve kendi birikimiyle zamanla yönetimle hesaplaşacak düzeye geldi. Bölgenin % 25’inin verimli arazileri ellerinde tuttuklarını ve zirai alandaki tecrübelerini de hesaba katarsak güçlerinin ağırlığını tahmin etmiş oluruz. Diğer yandan Dürzilerin sempatisini kazanan Maruniler Şii ve Sünni Müslümanlara karşı iktisadi üstünlük sağladılar. 18. Yüzyılın sonların da sayıları 150 bini bulan Marunî’ler sayıları 60 bin olan Dürzilerin yönetimini de ellerine aldılar.

Lübnan sahillerine Arap göçü

Lübnan çıkmazının tarihçesi, Müslüman Arapların Lübnan sahillerine göçlerinin hemen sonrasına gelen arefeye rastlar. Bizans kilisesiyle mezhep anlaşmazlığına giren Maruniler Lübnan’a göç emek zoruna kalırlar. Bu sürgün onları zamanla Lübnan içlerinde karar kılma ve söz söyleme noktasına getirir.  Müslümanlar, Bizans ve onun içerde kalan temsilcileriyle sahillerde çoğunluk sağlamaya çalışırken, Marunîleri Moğollarla birleşerek Abbasî ve Fars imparatorluğuna karşı savaşa kalktılar. Kırk gün süren bu kanlı çatışmada Marunîler, tarihi delillere göre 8000 kayıp verdiler. Savaştan geriye kalanlar ve kurtulanlar, Abbasî’nin başşehri Bağdat’ta ikamet ediyorlardı.

Büyük Arap İmparatorluğu’nun kurulması için kaldırılan Araplar, 1. Dünya Savaşı’ndan sonra Batı ülkelerinin ganimetleri haline gelmişti. Uzun hesaplara dayanan bu ayaklandırma hareketine katılan bu ülkeler Osmanlı’dan bazı ayrıcalıklar istemeye başladılar.

CEMİYET-İ İSLÂHİYE

1912’de ilk defa Lübnan’da tarafsız Cemiyet-i İslâhiye teşkil edildi. Reisliğini Salim Ali Salam’ın üstlendiği bu ıslahat cemiyeti yeni tayin olunan Lübnan valisi Ekrem Beyden isteklerinin zamanın Sadrazam’ı Kamil Paşa’ya ulaştırılmasını istiyordu. Salim Ali Salam’ın istekleri arasında Osmanlı’nın isteklerini yerine getirmesinin Birleşmiş Milletlerden bir heyetin denetiminde olması da yer alıyordu.

Cemiyetin Kamil Paşadan isteklerinin başlıklar şunlardı:

1-Lübnanın meclis görevliliklerinin tayin ve azlinde İstanbul’un değil bölgenin valisinin söz sahibi olması,

2-Müşteşar ve müfettiş tayininde kendilerine yetki verilmesi

3-Bütçe tasarısında umuma ait vakıf arazilerinin ve belediye arazilerinin denetiminde ve askerlik işlemlerinden valinin sorumlu olması…

Bu istekler Kamil Paşaya iletilirken; Lübnan valiliğinin Ekrem beyden Ebu Bekir Bey’e, Sadrazamlığında Kamil Paşa’dan Ömer Şevket Bey’e geçtiği biliniyordu. Ömer Şevket yönetimindeki cemiyetin dış güç güdümlü olduğu söylenirken Lübnan halkı cemiyetin kendi sesi olduğu iddiasını ileri sürüyordu. Bu isteklerin yerine getirilmemesiyle meydana çıkan kargaşa bazı işyerlerinin kapanmasına neden oluşunun ardından grevler baş gösterdi.

ARAP TARİHÇİLER GÖRE OSMANLIDAN KOPUŞ NEDENLERİ

Arap tarihçiler Osmanlı’dan kopma kıvılcımlarının çıkışını iki sebebe bağlamaktadırlar;

1.Turancılık (Türk Kavmiyetçilik): Bu görüşün, başka milletleri küçümsediğini ileri süren tarihçiler, kendilerinin de Arap Milliyetçiliğine dönmek zorunda kaldıklarını ifade ediyorlardı.

2.İttiat ve Terakkinin Yanlış Politikası: Bunun açık ifadesi olsa gerek Lübnan da hala Osmanlı’ya bağlığıyla bilinen bir kısım halk, birinci dünya savaşın da Osmanlı’nın yanında yer aldığı için İtalyan askeri tarafından toplu kıyıma hedef olmuştur. Bunu da Ebu Bekir Hazım Beyin olağanüstü hal ile Fransa filosunun Lübnan ve Arap yarım adasına istila için hareketi talip eder.

Davulun sesinin ağlayanla güleni birbirine karıştırdığı bu keşmekeşte Lübnan sokaklarında dağıtılan broşürler tek mana etrafında toplanıyordu. “ARAP BİRLİĞİNE DAVET” Bu duygusal çağrının üzerine büyük puntolarla atılan manşet ise; “VATAN TEHLİKEDE…”

VATAN TEHLİKEDE: “Zulalarımızı ve mallarımızı Osmanlı’ya verdik devletin yücelmesi tersine oldu. İstanbul hünkârı bizi anlamadı. Biz onları İslam kardeşi bilirken onlar bize köle muamelesi yaptılar. Allah’ın bize vermiş olduğu yaşama hakkını elimizden aldılar. Hakkı konuşmuyorlar. Allah konuştursun. Memleketimizin hayrı ile İstanbul’un karnı doymayan açlarını doyurdular.”

Lübnan’da dağıtılan bu gizli broşürlerden sonra Paris’te bulunan Araplar Osmanlı’daki Arap devletlerinin geleceği konusunda bir toplantı tertiplettiler.

PARİS TOPLANTISI (1913)

Paris’te okuyan bir grup Arap öğrencinin düzenlediği bu toplantıda Arap cemiyetlerinin yanında iki gurbetçi Amerikan cemiyeti de yer alıyordu. Genelde Lübnan’ın iç bölgesinden olan bazı öğrencilerin isimleri şöyleydi;

Abdullah Gani Arisi, Muhammet Mahsuni, Charles Debbas, Şükrü Ganem, Netra Matran, Cemil Mağluf, Teyfik Fayit, diğer bölgeler de oturanların ise; Nebilsi’den Avni Abdullah, Şamdan, Cemil Merdun Bek, Paris’te toplanan bu öğrenci gurubu; Şam, kahire, Bağdat, Kudüs, Nebilsi ve diğer vilayetlere ve vilayetlerin ileri gelenlerine gönderdikleri bildiride şöyle diyorlardı:

-“Biz Paris de bulunan Arap ulemasıyız, Avrupa’da yayılan Arap âleminin paylaşılma söylentileri bizi kutsal vazifede birleşmeye çağırdı. Sayımız üç yüz civarında. Atalarımızdan kalan toprakları yabancı sömürgesinden kurtarmak, ülkemize halkın istediği bir yönetim getirmek istiyoruz.”

Bu çağrıya kulak verenlerin yanında bunun bir grup genç cahil tarafından yapıldığını da söyleyenler vardı. Peygamber neslinden olduklarını iddia eden ve bu çağrıya itimat etmeyen bu grup, çağrının ulamadan çok vatan adına satılmış şahısların sesi olduğunu ileri sürüyordu. Diğer taraftan Şam müftüsü; Nakıb Eşref, dini liderler, Belediye reisleri ve 50 kadar zevatta bu çağrıya imzayı atanlar arasındaydı.

Paris toplantısından 3 gün önce Abdülhamit Zühreviyle bir röportaj yapan Tan (letemp) Gazete’si, bu toplantının Osmanlı devleti ve İslamiyet açısından değerinin ne olduğunun sorulması üzerine zührevinin cevabı aynen söyle diyordu;

-‘’Osmanlı devleti ile diğer Avrupa devletleri arasındaki son yenilgiler bizi vatanımızın geleceği hakkında önlemler almaya itti. Arap halkı Osmanlı da büyük çoğunluğu teşkil etmektedir.  idarede söz sahibi olmak için bu toplantıyı yapıyoruz.’’ Dini konuda yöneltilen bir soruya ise;

-Toplantının hiçbir dini amaç gütmediğini Müslüman ve Hristiyanların aynı duyguyu taşıyarak bir araya geldiklerini ifade ediyordu.

Arapların istekleri

1-Islahat yapılması

2-İdarede kendilerini de söz hakkı verilmesi

3-Her Arap vilayetine halkın yapısına göre özerklik tanınması.

İstek listesi, Fransa’nın dışişleri bakanına toplantının tarafları Zührevi ve yanında bulunan bir heyet tarafından sunulurken, ikinci bir liste de Fransa’da bulunun Osmanlı büyükelçiliğine takdim ediliyordu. Lübnan’dan bir heyet ise isteklerini dile getirmek için Paris toplantısı adına İstanbul’a gönderildi. Bunlar Abdurrahman Paşa, Yusuf Muhammet Fevzi Paşa, Şeyh Esad Sağırı, Emin Efendi, Şekip Arslan idi.

İstanbul’da Sultan Reşat, Yusuf İzzettin Egendi ve Sadrazam Sait Halim Paşa tarafından kabul edildiler. Arap Halkının Osmanlıya bağlılığını dile getiren Sultan Reşat, İsteklerinin yerine getirileceğini söyledi. Fakat bu isteklerin arkasında batılı güçlerin olduğunu ileri süren ulemayla başlayan tartışmalar sonuçlanmadan 1. Dünya Savaşı çıktı.

 BÖLGENİN DIŞ GÜÇLERLE İLİŞKİSİ

Mısır’ın bölgeye girişi: Haçlılardan önce hâkimiyetlerini güneyin dışındaki bölgede kuran Müslüman Şiiler, Fatımilerin Memaliklere yenilgisinin arifesinde memalikler ve Osmanlılar zamanında sayılarının ve güçlerinin azaldığını, Lübnanlı Şiilerin de Osmanlıya bağlılığını biliyorlardı. Sahil şeridinde oluşturulmaya çalışılan nüfus dengesi Müslüman Türkmenler, Çerkezler ve Kürtlerden müteşekkildi.

İç Bölgede Mısır’ın varlığı ile iç hareketlerin başlaması Sadrazam İbrahim Paşa saltanatına tesadüf eder. Buda İbrahim Paşanın Hristiyanlara olan güvencinin Müslümanlardan daha fazla olmasının neticesidir. Taraftarlığın ana sebebi ise Müslümanların Osmanlı yanlısı olmalarıdır. Bu Hristiyan bilinçlenmesi onlara kendi iç meselelerini bir tarafa atmaları sonucunda hem birliktelik hem de dıştan gelen göçmenlerle kısa zamanda sayısal bir üstünlük sağlamıştır.

Hristiyanların Lübnan’a göç sebeplerinin arasında kendi dindaşlarının yanında yer alma yatarken Akdeniz ve Doğu ticareti de işin dinamosunu teşkil etmekteydi. Lübnan’ın dağlık bölgelerinde yerleşen ve aydınlıkta kalan Marunîlerin açık davetleri ve bölgenin faziletlerini teşhir etmelerinin yanında inanç hürriyetinin serbest bırakılması ve ticaretteki önemi vazgeçilmez bir gel çağrısına karşı cevaptı da adeta.

Bu ümitsizliklerin içinde ümit kapısının açılışı, kısa zamanda Fatımiler ve Osmanlı zamanında bölgeye göç eden Müslüman Arap, Türkmen, Çerkez ve Kürtler lehine olan Hristiyan dengesinin kaderini değiştirmişti. AKKA Valisi olarak tayin edilen Ahmet Paşa, İslami havayı Lübnan’da tutmuş, diğer azınlıklara önem vermemiştir. Bu kendine çekiliş Hristiyanların birleşmesine meydan vermiştir.

İbrahim Paşanın Hristiyanlara tanımış olduğu büyük serbestlik ile Lübnan devleti ikame edilmeden önce, Mısır, Suriye Ermenistan gibi diğer devletlerden göç eden Hristiyanlar Lübnan’da % 60’lık çoğunluğu sağlarken Müslümanları  % 40 ‘lık gibi bir azınlığa düşürüldü. Bu azınlık, cüz’i mezhep farklılıklarıyla tekrar parçalanırken birleşen Hristiyan potansiyelinin karşısında bir daha güç kaybetmiştir. Bu Müslüman mezheplerinden, çoğunluğu Şiiler, ikinci sırayı Dürziler teşkil ederken üçüncü sırayı da Sünniler almaktaydı. Azınlıkta kalan Sünniler zaman zaman Suriye Sünnileri ve Osmanlıdan almış oldukları yardımlarla varlıklarını muhafaza etmişlerdir. Bunun için siyasi çorbada tuzları olmayan Sünniler Osmanlı’dan sonra sükut’a  bürünmüşlerdir.

BÖLGEDE OSMANLININ SONU

Osmanlı devleti siyasi, iktisadi ve içtimai yönden zayıf düştüğü ve en son da Trablusgarp savaşında balkanları kaybetmesinin arefesinde Araplar ve özellikle de batıyla bağlantısı olan gayri Müslimlerin uzum zamandan beridir gösterdikleri sabırları taşmış artık harekete geçmenin zamanı gelmişti. Emevi devleti döneminde zaman zaman iç karşılık çıkaran Marunîler, Osmanlı döneminde de ayrı boyutlara bürünmüşlerdi. Batının doğudaki uzatmalı karargâhı, zaman zaman kepenklerini açarak ağır misafirlerini ağırlamak için hazırlıklar yapıyordu.

1516’da Osmanlı yönetimi altına giren Marunîlerin Osmanlı tarafından himayeleri, Marunîlerle Katolik kilisesi arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi yönünde Cizvit rahibi John Eliano’nun gösterdiği yoğun gayretler neticesinde Papa XIII. Gregory, 1584 yılında Roma’da Marunî din adamlarının yetiştirilmesi için bir eğitim merkezi kurmasına kadar devam etti. Tüm bu çabaların altında yatan, Hristiyan âleminde herhangi bir kopmanın önlenmesi ve birliğin korunması amaçlanıyordu.

Tarihçiler 1. Dünya Savaşı’nın çıkış sebeplerini birçok etkene bağlarken bölgeden Osmanlının uzaklaştırılmasının altında yatan gerçeği gözlerden uzaklaştırılıyordu. Bugün soğuk savaş ve sıcak savaş dönemlerinde olduğu gibi dün de durum bundan farklı değildi. Güçlünün bir bölgeye ya da bir ülkeye girmesi veya idaresi altına almak istemesi görünen sebep değil onun arkasında yatan çıkar ve menfaattir.

Yıllardır Osmanlı’nın sırtını yere getirmeyi planlayan batı ülkeleri ve içteki uşakları, her zaman olduğu gibi sahada bileğini bükemediklerini kalleşlik bertaraf ederek hedefe ulaşmaya çalışıyordu. Ve ulaştılar da. Bu bir nevi bir devin titreşiminden duyulan haz sadistliğiydi. Gücüyle yenemediğinin yenilgisini görme, yüzyıllardır ezberlediği dersini verme bahtiyarlığı(!).

Rusya’nın Fosfer boğazını geçerek Akdeniz’e uzanması, Avusturya’nın Selanik sahillerini, İngiltere Arap yarım adasını geçerek uzak doğuyu ulaşmasıyla sömürü düzeni yenden sahaya iniyordu.  Ve bu Müslim ve gayrimüslim zayıf halkların ülkelerine el koyuşun adı:  Hristiyan sömürgeciliğiydi.

Azınlık hakları

Osmanlı, KANUNU ESASİ’yi ilan ederek bütün azınlıklara haklarını vermişti.  Bu özgürlük, Fransa’nın Antakya Kilise’ sine verdiği Lübnan Ruhbanlığın filizlenerek gün ışığına çıkmasına ön ayak oldu.  Osmanlı dağılışından önce Lübnan’da azınlıkta kalan, Marunîlerin himayesini Fransa’ya bırakmıştı. Aynı zamanda İngiltere’nin Katardaki çıkarlarına ve Kıbrıs adasını almasına da göz yummak zorunda kaldı.

Bununla da yetinmeyen İngiltere ve Fransa, Lübnan Marunîleri, Katolik ve Şiileri büyükelçilikleri aracıyla örgütlemişti… Lübnan hâkiminin –Osmanlı- denetime uyanlar sadece azınlığı teşkil eden Sünnilerdi.  Azınlığın İstanbul yönetime kulak vermesi zamanla dış güçlerle ve irtibatı olan içteki düşmanlarla dıştakilerin iş birliği yapmasına mani değildi. Ve öyle de oldu. Koca imparatorluk içteki uşaklar ve dıştaki azılı düşmanların işbirliği ile birtek Almaya devleti ile kalakaldık…

1913’de yapılan Paris Toplantısı’nda kararlaştırılan Lübnan ve Arap ülkelerinin Avrupa’da örgütlendirilen kerameti kendinden menkul önderleri, Osmanlı’nın azınlıklara tanımış olduğu haklarla kısa bir süre sessizliğe bürünse de çıkacak bir kıvılcımla ayaklanmak için adeta sabırsızlanıyordu. Yapılan bu toplantı da asıl maksat gizlenmiş, âdete oyalama taktiğine gidilmiş, 1. Dünya Savaşı sonrası emeller açıkça ortaya konmuştu.

Lübnan’da yaşayan Marunîler ve Katolikler Fransa ile irtibat kurmaya çalışırken, İstanbul yönetimindeki Sünnilerle bağlantı içinde olan Lübnanlı bir grup Sünni de İngiltere ile bağlantıya geçti. Bu isyancı iki gurubun dışında Osmanlı’ya karşı Mekke Reisi Şerif Hüseyin, Lübnan da ise Abdülkerim Halil, Selim Ali Salam isyancıların başını çekmekteydiler.

Abdülkerim Halil, 1 Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizlerle gizlice anlaşıp Arap Vilayetleriyle bağlantı kurarak hareketin öncülüğünü yapıyordu. Diğer taraftan bütün Hristiyanların toplandığı Marunî kilisesi Fransa’nın işaretini bekliyordu. Bölge Hristiyanlarından Fransa denetimde oluşturulan askerin Cemal Paşa’ya bildirilen bir raporda 6 bine ulaştığı bildiriliyordu. Olup bitenlerden hiç tedirgin olmayan Cemal Paşa söylenenlerin gerçekle alakası olmadığına inanıyordu. Hatta Marunîlerin bu Fransa Bağlantılarını bildiren raporlarını Güvenlik kuvvetleri reisi Aziz Beyden yırtmasını istemiş okuma ihtiyacı bile duymamıştır. Cemal Paşaya ulasan raporlar öylesine çoğalmıştı ki Aziz Beyin beyanına göre Osmanlı askerinin içinde çavuşların sayısının 22’ye ulaştığını belgeleyen raporlar 420 varmış. Bir Hristiyan Paşanın Cemal Paşaya göndermiş olduğu raporda.

-“Matron Sebili” Mısırda bulunan Abdullah Safiri, vasıtasıyla Birleşmiş Milletlerle sürekli bağlantı halinde olduğunu bildiriyordu. İkinci hafta yazmış olduğu bir mektupta ise, Hristiyanların devletin geleceği hakkında endişe ettiklerini ve Hristiyanları korumak için birleşmiş milletlerin yardımını uygun gördüklerini ve bölgeye girmelerini istediklerini bildiriyordu.

Marunîlerin büyük çoğunluğu Lübnan’ı Hristiyan ülkesi kabul ederken azınlıkta kalanlarda Osmanlıdan kurtulma taraftarlarıydı. Bu çoğunluk, Osmanlının olduğu Kadar Araplarında aleyhineydiler. Yalnız ilk planda Osmanlıdan kurtulmak gerekiyordu.

Fransız ve İngilizlerin dini etkenleri destekleyerek Osmanlı’ya karşı ayaklandırma arzuları bir noktada birleşerek bugünün büyük Arap ayaklanması adıyla kutlanan kutlu (!) günü ortaya koyuyordu. Bu Osmanlıya karşı büyük başkaldırışının tarihidir. Selim Ali Selam, Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’ın, Lübnan’da Arapların temsilcileri olduklarını iddia edişlerinin kıvılcımı Mekke reisi Şerif Hüseyin’in Osmanlı kalesine boşalttığı şarjörle kıvılcım aldı.

EMİR FAYSAL ORDUSU

Babasının Osmanlı Kalesi’ne sıktığı kurşunların sesinden ilham alan oğul Faysal ordusuyla birlikte Mekke’den harekete geçti (1916) Suriye’ye gelen Faysal, İngiliz ve Fransız ayak oyunlarıyla büyük Arap imparatorluğunu çabaları sürerken onu ayağa kaldıran İngiliz ve Fransızlar bu çabalara diğer İslam ülkelerinde kulak tıkıyorlardı. Asıl maksatlarını gizleyen ya da görmezden gelen yönetim meraklıları İngiliz ve Fransızların bölgede Hristiyanların yönetimde uzak kalma korkusuyla Faysal’a kulak vermediklerini görmek istemiyordu.

İngilizlerin kendilerine vadettiği bağımsız bir Arap devleti söylemine kanan Faysal’ın İngilizlerin hemen bağımsızlığını kabul edecekleri düşüncesi fos çıktı.   İngiliz ve Fransız oyununa gelen Araplar sömürünün ne olduğunu bu ülkelerin boyundurukları altında kaldıkları ve kalmaya devam ettikleri bunca zamana rağmen hala anlamamış olsalar gerek… Batının Mekke şerifi Hüseyin’e verdiği tahtadan madalya Kâbe duvarına asılırken, kahraman (!) oğlu Faysal’ın Şam diyarındaki serap rüyaları bir bir gerçek oluyordu… Babasına düşen şeref madalyasının yanında oğul Faysal’a da Kilise’den yükselen ayinlerin aydınlattığı alınlar kalıyordu…

  1. Dünya Savaşı: Birleşmiş Milletler, İngiltere, Fransa, Japonya ve Amerika’nın Osmanlı’ya galibiyeti ile sona ererken, her zaman olduğu gibi kırmızı kepenk altında güneş banyosu yapan kurtarıcılar, dünyanın dört tarafında sevinç naraları atıyorlardı…

Emir Abdulkadir El Cezairi’nin torunu Emir Said Cezair’i,  Şam’dan Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal adına Beyrut Belediye reisi Ömer Dauk’a bir mektupla büyük Arap devletinin kuruluşunu müjdeliyor Lübnan’ın bu devletten bir parça olduğunu bildiriyordu. Diğer bir mektubu ise Marunî patriğine gönderiyordu. Bu devlet Ömer Dauk tarafından sevinçle halka anons edilirken Selim ALİ Selam yanına topladığı zevatla Lübnan valisi İsmail Hakkı ‘ya gitmekte gecikmedi. Lübnan Belediye Başkanı’nın bütün bu yaptıklarından habersiz gibi görünerek hiçbir şeye müdahale etmeyen Salim Ali Salim, zaman saatinin çalmasını bekliyordu. Salim, patrikhanenin sesiyle Birleşmiş Milletlerin oluşturduğu sulh meçlisini insaflı davranmaya iten bir faktör edasıyla mazlumun ahını almamak için Faysal’a verileceği cevabını geciktiriyordu.

Suriye’de Şükrü Ganım’ın Başkanlığında oluşturulan bir heyette Fransa başbakanı Georges Clemenceau  bir tebliğ göndererek Emir Faysal’ın Hicaz’dan gelerek bütün bölgenin yönetimini elinde bulundurmasına karşı olduklarını bildirdi.  Şükrü Ganım Şöyle diyordu:

“ Hicaz ile Şam arası 1500 km hangi Ailevi bağ Hicaz ile Şam halkını birbirine bağlar. Yörüklerle Şehirliler arasındaki bu yakınlık nedir”?  Emir faysal hükümetinin 1918’de Suriye ve Lübnan’da ilanından tedirgin olan İngiltere ve Fransa ‘sulh toplantısı’ ile bölgedeki dalgalanan Arap bayraklarını teker teker indirdi.

İngiltere’nin Araplarla gizlice anlaşmasından memnun olmayan Fransa, Beyrut eski konsolosu François Georges Picot’yu özel temsilci olarak İngiltere’ye yolladı. Kasım 1915’te iki devlet arasında Londra’da başlayan görüşmeler uzlaşmayla sonuçlandı. Sulh toplantısında bir araya gelen Amerikan Başkanı Wilson, Fransa Başkan ve Dışişleri Bakanı Alexander Ribot ve İngiltere Başbakanı Lloyd George bölgenin kaderi üzerinde bir karara varıyorlardı? Bu anlaşamaya İngiliz ve Fransız siyasetçilerinin yoğun çabaları sonucu varıldığı için onların isimlerinin kısaltılışı olan (Seyks-Biko) anlaşması ismi verildi. Anlaşma Arap âleminin taksimini içeriyordu…

TARİH BOYUNCA LÜBNAN

Tarih boyunca Lübnan diğer bölgelerden ayrı bir konuma sahipti. Şimdi bu ayrıcalığı tekrar gösterme zamanı gelmişti. Sıra bölgede yaşayan Avrupa yanlıları, Arap kavmiyetçileri ve hala buranın Osmanlı toprağı olduğunu savunan guruplar arasında paylaşılma ve çalışılıyordu. Emir Faysal bu anlaşmanın feshedilmesine çalışırken Birleşmiş milletlerden yardım istemeyi de ihmal etmiyordu. Marunîler Fransa’yı tercih ediyor diğer bir grup ise İngiliz’i benimsiyordu.

Emir Faysal; kurmuş olduğu devleti kabul etmeyen Fransa ve İngiltere’nin rızasını almak için Londra’ya oradan da Paris’e gitti. Faysal daha sonra Dünya Siyonist Teşkilatı’nın başkanlığına geçecek olan Chaim Weizmann’la bir araya geldi. Faysal, I. Dünya Savaşı‘ndan kaynaklanan anlaşmazlıkların çözüme kavuşturulması amacı ile 1919 da Paris’te toplanan barış Konferansı kapsamında, Chaim Weizmann’la 3 Ocak 1919 tarihinde bir anlaşma imzaladı. Anlaşma, Filistin‘de Yahudiler için bir yurt, Ortadoğu‘nun büyük bölümünde de bir Arap devleti kurulması amacıyla Arap-Yahudi işbirliğini öngörüyordu ancak kısa ömürlü bir anlaşma oldu.

Fransa Başbakanı  Georges Clemenceau’ya bir mektup gönderen Faysal Fransa’dan vaat ettikleri ülkesinin bağımsızlığını istiyordu. Faysal İngiltere’ye gönderdiği diğer mektubunda ise babası ile olan İngiliz anlaşmasını hatırlatıyordu. İngiliz’in bu tutumunun ülkesini Fransa çıkarına kaydırdığında sözlerine ekliyordu.

Fransız Başbakanı Faysal’ın mektubuna, Fransa’nın bölgede sükûneti sağlayacağı yanıtını veriyordu. Lübnan’dan Fransa’ya giden Marunî patriği ise bölgenin diğer Arap ülkelerinden ayrı olmasını istiyordu. Lübnan’a dönen patrik ilk Hutbesinde halka Marunî bölgesinin bağımsızlığını veren Fransa’ya şükranlarını bildiriyordu.

1919 da Fransa ile masaya oturan Faysal, ülkesinin bağımsızlığını isterken dış işleri’ni Fransa’ya hibe etti.  Bunun üzerine Fransa, Lübnan’ın bağımsızlığını tanıdı. Ancak bu anlaşmanın yürürlüğe girmesi Suriye’de bulunan İngiliz askerinin çekilmesi şartına bağlanmıştı. Masadan öteye geçemeyen bu anlaşmadan sonra Faysal bölgeden sorumlu İngiliz projesini uygulamak için temasa geçti.

Diğer taraftar iki ülke arasında varılamayan üleşme mutabakatsızlığını Amerika Başkanı Wilson’un gizlice birleşmiş milletlerin bir karara varma çağrısı takip etti. Birleşmiş Milletlerin toplantısı da kesin bir çözüm getirmedi.

Lübnan halkının bir kısmı Fransa’nın sömürüsü altında sözde Arap bağımsızlığına taraftar olduklarını bildirirken, diğer bir grup, Emir Faysal’ı yönetimini,   bir başka gurup ise Amerikan sömürüsü altına girmeyi istiyordu.

Paris’te patriğin kendi adına konuştuğunu ve kendini benimseyen Hristiyan Marunîlerin azınlıkta olduğunu bildiren vahdet yanlıları diğer tarafta Emir Faysal devletinin temelini sağlamlaştırmaya çalışıyorlardı. Bunun üzerine 85 kişiden oluşturulan Lübnanlı ve Suriyeli aydın, bir araya gelerek Suriye Kongresi düzenlediler. Toplantı sonrasında Emir Faysal’ın Wilson anlaşmasına da kulak verilmeden Halk Fransız ve İngiliz’e karşı savaşa davet edildi.

Bir Marunî patriği Amerika Dışişleri Bakanı’na Emir Faysal’ın Arap Emiri olma teklifini götürürken Suriye kongresinin kararı Lübnan da Fransa ve İngiliz yanlılarını tekrar sürtüşmeye itiyordu. Emir Faysal ise bir taraftan İngiliz çıkarlarını koruyacağını vaat ederken diğer taraftan Fransa’ya karşı da Lübnan’daki Marunîlerini koruyacağı tavırları takınıyordu. Bu kongre kararı tekrar iki devleti masa başında toplayarak (San rimo) anlaşmasıyla Arap Âleminin üzerinden yeniden parmaklarını gezdirtti.

Anlaşmaya göre; Lübnan ve Suriye Fransız, Filistin ve Irak İngiliz yönetimi altına girdi. Birleşmiş Milletlerin bu üleşme kararı karşında,  Emir Faysal, Fransa Generali Henry Gouraud’a bir mektup yazarak duyduklarının gerçek olmaması temennilerini bildiriyordu ve şöyle diyordu:

“Duyduğuma göre 3000 asker göndererek Halebi, Şam ve Suriye’nin bazı bölgelerini işgal edecekseniz, hiç olmazsa 6000 gönderin ki bütün Suriye’yi işgal edin.  Bunu üzerine General Gouraud öne sürülen şartları kabul etmediği takdirde sulh anlaşmasına giremeyeceğini sert bir dille ifade ediyordu. Bu gelgitlerden arda kalan, Emir Faysal’ın İtalya’ya uzaklaştırılması General Gouraud’nun Filistin’e geldikten sonra  “işte sana geldik ey Selahattin” demesidir…

FRANSA SÖMÜRGESİNDE LÜBNAN

General Gouraud Devleti, ilk çıkarmış olduğu 735 sayılı kanunla Müslümanların Osmanlı devletinde yaşamadıklarını dile getirdi. Din işlerini devlet mekanizması içine alan ’Gouraud’ Şeyh Şefik’ül Mülk’ü genel denetleyici  ‘Cenari’ yi de müsteşar olarak atadı. Beyrut Müftüsü Mustafa NECATİ’yi de, Cemiyeti Hayriye’ye reis olarak tayin etti.  Bu döneme kadar herhangi bir yönetimle uzlaşmazlığa düşmeyen Müslümanlar bu dönemden itibaren horlandılar… Bir türlü yabancıların kendilerini yönetmesini hazmedemeyen Müslümanlar o andan itibaren yönetimden uzaklaştılar.

General Gouraud’un emriyle bütün dini gurupların Nüfus kayıtlarını teslim etmesi gerekirken bu durumu yabancı devlete bağlılık göstergesi olarak telakki eden Müslümanlar, küçük bir hile dâhilinde emre muti oldular. Çünkü gelen emirde gelenlerin Nüfus kâğıtlarına Lübnan’a vatandaşıdır yazılacağı bildiriliyordu. Oysa sonradan anlaşıldığına göre yönetimin tek amacı Lübnan Cumhuriyetinin vatandaş sayısını öğrenmekmiş. Marunîler ile Dürziler ise uzun zamandır ağırlıklarını bildikleri için hemen sayılarını ne olduğunu bildirdiler.

23 Eylül 1926 da Lübnan anayasası mecliste kabul edildi. Fransız sömürgesi altında olduğu ve bayrağının da Fransız bayrağı olacağı belirlendi. Aynı zamanda Arapça dilinin yanında Fransızca da resmi dil olarak kabul edildi. Anayasanın devletin dini üzerine hiç bir açıklık getirmemesi üzerine Fransa ilk Cumhurbaşkanını Hristiyanlardan olmasına özen gösterdi. Bunun için de Marunîlerin, Ortodoksların ve Müslümanların kabullendiği Charles Debbas’ı Reis olarak ilan etti. Hristiyan olan Debbas Paris toplantısının öncülerinden ve Lübnan’ın Osmanlıdan kurtuluşu için çalışmış bir vatan kahramanı idi!

1931-32 Cumhurbaşkanı seçiminde iki Marunî’nin adaylığından faydalanan Müslümanların Cumhurbaşkanlığını makamını elde edeceği korkusuna düşen Fransa Meclisi feshetti. Fransa tarafından eğitim alanında 200 Suriye lirası dağıtılırken bu paranın Hristiyan okullarına Cumhurbaşkanlığı seçimi için katkılarından dolayı mükâfat olarak dağıtılması hususu gözetlenmişti. Diğer eğitim alanlarında okuyanlar bu hisseden nasiplendirilmedi. Zamanla bu dini ayrıcalık siyasi potansiyelin içinde eritilmeye çalışılarak Hristiyanların lideri ‘Aziz Hecm’le Müslümanların lideri ‘Adil Salih’i İstiklal Parti’sinde bir araya getirdi.

BAĞIMSIZLIK MÜCADELESİ

Bağımsızlık partisinde bir araya gelen iki lider Fransa’dan Lübnan’ın bağımsızlığını istediler. Sünnilerden gelen başka bir hareket ise Riyazüssalih’in taraftarları, Fransız taraftarlarlığına çağırı yaptılar. Bu toplantıda Yusuf EL HAYIN, Sıbıl DEMUS Lübnan’ı beklenen kara günler gelmeden selamete çıkarmanın zamanı geldiğini vurguluyorlardı. Bir tarafta Fransa’dan ülkenin bağımsızlığı istenirken diğer tarafta ülke içinde Fransa’nın sömürüsü altında kalınarak ülke içinde uzlaşmacı bir tavır sergileniyordu. Bu hareketlerin başını, dini inanışlar bir tarafa bırakılarak vatan anlayışının filizlenmesine çabalayan anlayış çekiyordu. İstiklal ve hürriyet sloganlarıyla öne çıkan bu akım en büyük kitleyi etrafında toplamayı başarmıştı. Müslümanlar arasında öne çıkan ise, Muhammed CEMİL di. Cemil zamanın “lisanül hal” gazetesiyle yaptığı bir röportajda şu beyanatları veriyordu:

“-Müslümanların yönetimden kısa bir süre el çekmeleri yönetimi ilelebet başkalarına terk ettiği anlamına gelmez. Yapılan son sayımlardan anlaşıldığına göre Müslümanlarla Hristiyanların nüfusu hemen hemen eşit, aynı haklara sahip olmak istiyoruz. Müslümanlar ile Hristiyanlar arasındaki uçurumun kapatılmasını ve memleket adına birlik olunmasını. Bu adaletsizliğin önüne geçilmemesi halinde Müslümanların yöneticilere karşı isyanı isteklerine kavuşuncaya kadar devam edecektir.

Vatan anlaşması

1933’te Lübnan’da bir araya gelen dini ve siyasi liderler Fransa’dan bağımsızlıklarını almak için şu kararları aldılar:

1- Fransa ve Lübnan’ın çıkarları muhafaza edilecek.

2-Lübnan Fransa ve Suriye sömürgesinden kurtarılacak.

3-Lübnan’daki dini gurupların dış güçlerle irtibatlarını kesecek.

4-Kurulacak olan yeni devlet Cumhuriyet olacak.

5-Ülkede ekonomik sıkıntılardan Fransa sorumlu tutulacak.

6-Fransızca resmi dil olmaktan kaldırılacak, devletin resmi dili Arapça olacak.

Vatanda birlik ve beraberliğin sağlanması yönünden önemli olan bu hususlarda varılan mutabakatın ılımlı havası Lübnan semalarında sükûneti müjdelemişti. Bu anlaşma bazı çıkar çevrelerinin ve basın kuruluşlarının tenkitlerinden de uzak değildi. Bir yandan ırak Emiri Faysal’a Arap âleminde birliğin sağlanması için mektuplar gönderilirken, diğer taraftan da Müslümanların genç lideri Muhammed CEMİL’in kurulması planlanan bu bağımsız Lübnan devletinin başına geçmesi isteniyordu. Öte yandan bu anlaşmadan Müslümanlardan ve Hristiyanlardan bu anlaşmadan hoşnut olmayan başka bir grubun olduğu da biliniyordu.

Lübnan’la Suriye’nin birliğini isteyen üçüncü gurup ise Suriye Reisi Halil Ekrem’den birliğin başına geçmesi istiyorlardı. Bu vatan anlamasından istenilen sonucu elde edemeyen Lübnan’ın ileri gelenleri başka çare aramaya başladılar. Ülkede birliği sağlayacak yeni reçetenin adı ULUSALCILIKTI.

Ulusalcılık ilkesi etrafında birlik arayışları

Ulusalcılık akımının bayraktarlığını yapan zümre, ırk, dil, din ve mezhep farkı gözetmeksizin aynı sınarlar içinde yaşayan halkın bir bütün olduğunu herhangi bir yabancı gücün güdümünde yaşamayacaklarını terennüm ediyorlardı. Bu çağrının bayraktarlığını Cumhuriyet İstiklal Partisi yapıyordu. Bu slogan Osmanlı’dan kopuşta da kullanılan sihirli değnekti. Arap Birliği, Büyük Arap Milliyetçiliği yeniden gündeme taşınmıştı.

Halil Paşa, Fransa’nın denetiminde Lübnan’ın ikinci Cumhur Başkanı seçilirken Abdullah BEHİM Başbakan oldu. Abdullah BEHİM Fransa’nın yönetime getirdiği ilk Sünni liderdi. Vatan anlaşması adıyla çıkan içte sükûnete çağrının bu dönemde başladığını düşünürsek Abdullah BEHİM’in önemini anlamış oluruz. Ayrıca Milliyetçilik akımı da aynı zamanda filizlenmişti. Uzun müddet sessiz çalışmalarını sürdüren bu akım daha sonra uygulama alanına çıkmak için bir birlik kurma safhasına geçti. Kırmızı kitap adıyla birde kitap yayınladı. Bu kitap Arap Birliğine davetin ana hatlarını gösteriyordu. 1936’da Emile Edde’nin Cumhurbaşkanlığına gelmesiyle Lübnan’la Fransa anlaşması tekrar gündeme geldi. Ve bağımsızlık mücadelesi yeniden hız kazandı.

Sahil şeridinde bulunan İslam Birliği, ‘vatanperverlik’ toplantısında yaptıkları ateşli konuşmalarıyla yön tayin ediyordu. Diğer tarafta Arap Birliği yanlıları ve Tam Bağımsızlık Birliği yanlıları ters akisler çiziyorlardı. Meclis, Fransa ile anlaşmaya oturulduğunda neler isteyeceklerinin müzakerelerini yaparak bir karara vardı. Lübnan’a bağımsızlığının müjdecisi olan bu anlaşma Lübnan Cumhurbaşkanı Emile Edde ve Fransız sözcüsü Dımartıl tarafından imzalandı.

Anlaşmanın getirdikleri şunlardı:

1-Lüpnan Devleti’nin bağımsızlığının tanınması

2-Birleşmiş Milletler de bağımsızlığın tanınması için Fransa’nın destek vermesi      3- Bağımsızlığına yeni kavuşan ülkenin bir süre askeri yönetim altında kalması.

4-Dış işlerinin Fransa tarafından temsil edilmesi.

5-Lübnan Reis’inin ülkedeki Fransa Büyükelçiliği ile sürekli temas içinde olması.

6-Yeni yönetimin tüm dini etkinliklere ve azınlıklara eşit mesafede olması

gerektiği belli başlı maddeler arasındaydı.

Bu bağımsızlık puluyla mühürlenmiş zarfın içinden hiçbir iyi haber bulunmayışı Lübnan halkının eski yaşantısından hiçbir şeyin değişmeyeceği anlamına geliyordu. Bununla birlikte ülkede tefrika yaratan guruplar arasında haber niteliği taşımayan bu anlaşma Lübnan Meclisi’nde kabul edildi. Daha sonra çıkan çatışmalar ise dini duygulardan uzak makam kavgalarından başka bir şey değildi.

Mesela bölgenin kutsal mirasçıları olduklarını iddia eden Marunîler İngiliz yanlıları Fransız yanlıları olmak üzere ikiye ayrıldılar. Fransa sempatizanlığını Emile Edde temsil ederken, İngiliz yanlılarını Bişara HURİ temsil ediyordu.

Bişara HURİ’nin rieset makamına olan hırsı diğer Arap devletlerine birleşme çağrısında bulunarak ulusal kahramanlık pozisyonlarında idi. İngilizler bu hareketi diğer Arap devletlerinin sempatizanlığını kazanmak için olanca gücüyle destekliyor gözüküyordu.  Bu İngiliz ve Fransa yanlılarının sürtüşmesi Mısır toplantısına kadar davam etti. Bu toplantıya Irak, Lübnan ve İngiltere’de bulunana sömürge yanlıları da katılıyordu. Toplantı da mısır başbakanı Nehhas Paşa, Bişara HURİ ve Suriye Dışişleri Bakanı Cemil MERDEN bulunmaktaydı. Bu ses birliğinden rahatsız olan Fransa 1943 de General GOURAUD ve DIGAL’a çektiği telgrafta Fransa’nın Lübnan’daki Hristiyanları korumak zorunda olduğunu söylüyordu. Bunu üzerine Fransız hesabına çalışmayan Cumhurbaşkanı Elferd NİGOS ve Başbakan Sami SALİH’ten istifaları istendi. Ve milletvekili Eyüp SABİT geçici olarak Cumhurbaşkanı olarak atandı.

Azınlıkta olan Prostaniy’ye mezhebinden olan Sabit’in görevi secimler sonuçlanıncaya kadardı. Koyu bir Hristiyan olan Sabit, Hristiyanların geleceklerini teminat altına almayı dini bir vecibe bilmiştir. İnancı uğruna o gün secim yasasına eklemiş olduğu iki madde ne kadar masum insanın kanına kıymışsa bugün hale kıymaya devam etmektedir.  Eyüp SABİT’in imzalarını taşıyan secim maddelerinden 49. Madde; milletvekili sayısını 54’le sınırlarken 50. maddede milletvekili dağılımının azınlık ve dini etkenlere göre yapılması gerektiğini belirliyordu.

Bu 54 sandalyenin 32’si Hristiyanlara tahsis edilirken 22’si Müslümanlara bırakılmıştı. Hristiyanlara bırakılan sandalyelerden 18’i Marunîlere, 6’sı Rum Ortodokslara, 3’ü Rum Katoliklere 3’ü ermeni Ortodokslara ayrılmıştır. Müslümanlara ayrılan 22 sandalyeden 10’u Sünnilere 9’u Şiilere 3’ü Dürzilere tahsisi edildi. Bu iki seçim maddesine Karşı çıkan Müslümanlar Eyüp SABİT’ten bu maddelerin kaldırılmasını istediler.  Ve ülkede yeniden kargaşa başladı.

Durumun vahametini İngiliz elçisi İngiltere’ye hemen ulaştırmıştı. Seçim yapılması halinde Müslümanlarla Hristiyanlar kanlı çatışmaya kalkışmasından korkan SABİT’in seçimi erteleyeceği ihtimali açıklanmıştı.  Bunun üzerine Mısır Başbakanı NEHHAS PAŞA’yı harekete geçiren İngiltere, Paşa’nın Hristiyanlara ayrılan sandalyenin sayısını 32’den 29’a Müslümanların sandalye sayısını da 22 den 25’ çıkarmasını ileri sürerken İngiliz Büyükelçisi  milletvekili sayısını 54’ten 55’e, dini guruplara dağılımını ise; 30’u Hristiyanlara 25’i Müslümanlara olmasını önerdiğini söylüyordu.

1932 yılı nüfus sayımında Müslümanların yaklaşık olarak aynı nüfusa sahip olduklarını dikkate alırsak, Arap ayaklanmasının kimlerin hesabına yapıldığını anlamış oluruz. Bugün hala süre gelen kavganın temelinde geçmişteki anlaşmazlıklar yatmaktadır.  Haklı hakkını almaya çalışırken haksız gasp ettiği hakkı geriye vermeyi düşünmemektedir.

Bölgede İngiltere, Amerika ve Fransa’nın ne işi var sorusunu soranlar dünü unutmasalar iyi ederler. Ölümle misafir ansızın gelirmiş (!)…

 

İSTİFADE EDİLEN KAYNAKLAR

1-Elcuzur-ul tarihiy’ye lil Meseleti ettaifiyeye –Meud Zahir– İnne-el Arabi, BEYRUT

2-Muntalık’ı tarihi Lübnan-Kemal Süleyman Salibi-Menşuratı karafan, Niyork

3-Gırda İslamiye fi tarihi Lübnan vel mıntıka-Muhammet Ali Danavi-Eymen basın yayın, BEYRUT

4-Beyrur Ezme ve hulul-Hisam Filan-Afakıl Cedid-Lübnan

5-Lübnana alelmüfterık-Seli Lİmilhus-Mekez İslami, ilam ve Neşir, BEYRUT

6-Elcüzürultarihiyye Lil ezmetil lübnaniy’ye-Susin Selim, Nehzatı Şark-KAHİRE

7-Elhurub ul sırrıy ye fi Lübnan-Eni Luran, Entuvan Basbus– Demen, BEYRUT

8-Elbeyrut ve Lübnan fi Ahdi Âli Osman-Yususf Hakim-Mektebe katolikiyye, BEYRUT

9-EL-Sıratıl el lübnaniyye vel fırak-Basım Cısır-Neher, BEYRUT

10-El haraket el- vataniyye lübnaniyye-Sami Ziban– Mesine, BEYRUT

11-Lübnan fi galbi kuvveti el islamiyye-Nebil Halife-BEYRUT

12-EL- Sırat el devli fi şark ul evsat-Zeyin Nureddin zeyn-Neher, BEYRUT

13-EL- Meseleti- el lübnaniyye- Fethi Yeken- El meseleti el İslamiyye, BEYRUT

14-lübnan min fethil arap ile fethi Osmani-Neher, LÜBNAN

15-El kavmiyye-Henil Kehn-Nehz, MISIR

 

Yeni bir çalışmada buluşmak ümidiyle Allaha emanet olun.

17.08.2020

Abdurrahim KÜÇÜK

Exit mobile version