Yazar: 20:42 Manşet Haberler, Politika

Karbonun Günah Keçisi İlanı Dijital Dönüşüm ve Büyük Reset

“Gerçek İklim Krizi İnsanlığa Açılmış Sessiz Bir Savaştır”

Yazan: İhsan Emre Gürcan

Bu makale; bilim, felsefe, din ve politika arasında köprü kurarak; günümüzün en tehlikeli yanılsamasına karşı bir uyanış çağrısıdır.

Özet

Bu makalede karbon ve canlılık arasındaki doğal bağın bilimsel temellerinden başlayarak, karbondioksitin sistematik biçimde şeytanlaştırılması, küresel ısınma söylemlerinin politik manipülasyonu, karbon kredisi sistemlerinin finansal araçlara dönüştürülmesi ve bu süreçte akademik dünyanın nasıl araçsallaştırıldığı tartışılmaktadır.
Karbon elementinin biyosferdeki temel rolünü inceleyerek, modern dönemde karbondioksite karşı yürütülen küresel politikaların ardındaki bilimsel, ideolojik ve politik zemini sorgular. Özellikle 2030 hedefleri doğrultusunda şekillenen “karbonsuzlaştırma” stratejilerinin, ekolojik fayda mı yoksa dijital denetim mekanizmaları mı ürettiği ele alınır. Karbonun sadece bir sera gazı değil, aynı zamanda yaşamın temel taşı olduğu vurgulanarak, bu savaşa dair alternatif bakış açıları sunulur.
Ayrıca Klaus Schwab’ın öncülüğünde şekillenen Davos merkezli “Büyük Reset” projesi, dijital gözetim ve biyo-politika ekseninde incelenmiştir. Ayrıca yapay zekânın geleceği, din, ahlak ve özgürlük açısından değerlendirilmiş ve nihai olarak tüm bu yapay sistemlerin başarısız olacağına dair felsefi bir atıfla sonlandırılmıştır.

Karbon

Karbon elementi, tüm canlı organizmaların yapı taşıdır. Hücresel yapılar, DNA, proteinler ve besin zincirinin temel halkaları karbon bileşikleri üzerine kuruludur. Bu biyolojik gerçekliğe rağmen, son yıllarda karbon temelli bileşiklerin, özellikle karbondioksitin, “iklim değişikliğinin baş sorumlusu” ilan edilmesi dikkat çekicidir. Bu çalışmada, karbonun bilimsel gerçekliği ile modern siyasi/ideolojik kullanımı arasındaki uçuruma dikkat çekilmekte ve bu durumun doğaya değil, insan yaşamına yönelik daha derin niyetlerin parçası olup olmadığı tartışılmaktadır.

Karbon ve Canlılık Arasındaki Doğal İlişki

Karbon, canlılığın temel elementidir. Karbondioksit, fotosentezle bitkilerin oksijen üretmesini sağlar. Bu süreçte, karbondioksit tüketilir, oksijen üretilir ve dünya üzerindeki besin zinciri desteklenir. Yani karbon; nefesin, besinin, ormanın ve okyanusun varlık nedenidir.

Tarihsel olarak karbondioksit oranlarının yüksek olduğu dönemler (örneğin Kretase dönemi), yeryüzünde biyolojik çeşitliliğin ve canlı popülasyonlarının zirve yaptığı zamanlardır. Jeolojik kanıtlar; karbon artışının, kitlesel yok oluştan ziyade çoğu zaman canlılıkta patlama ile sonuçlandığını göstermektedir.

Fotosentez ve Karbon: Hayatın Temeli

Gelin biraz okullarda öğretilen temel bir bilgiyi hatırlayalım. Fotosentez mekanizması, karbondioksitin atmosferden çekilip bitkiler tarafından glukoza dönüştürülmesi sürecidir. Bu süreçte:

6CO₂ + 6H₂O C₆H₁₂O₆ + 6O₂ denklemi, canlı yaşamının temel döngüsünü yansıtır. Atmosferdeki karbondioksit oranı arttıkça, teorik olarak fotosentez kapasitesi ve biyokütle de artar (Long, S. P., Ainsworth, E. A., Leakey, A. D. B., & Morgan, P. B. (2006). Rising atmospheric carbon dioxide: Plants face the future. Annual Review of Plant Biology.).

Tarihsel örnekler, volkanik patlamalar sonrası CO₂ artışının bitki örtüsünü ve dolayısıyla biyo-çeşitliliği artırdığına işaret etmektedir (Berner, R. A. (2004). The Phanerozoic Carbon Cycle: CO₂ and O₂. Oxford University Press.).

Karbon Olmadan Hayat Olmaz

Hayat dediğimiz şeyin temelinde, görünmeyen bir iskelet vardır: Karbon. Tüm canlıların ortak paydası, milyonlarca farklı formda ama aynı kökten gelen bir yapı taşıdır. Eğer hayat bir senfoni olsaydı, karbon da o müziğin olmazsa olmaz notaları olurdu.

Karbonun bu kadar özel olmasının sebebi, atomik yapısındaki inanılmaz esnekliktir. Dört tane bağ kurabilme yeteneği sayesinde; uzun zincirler, halkalar, dallar, köprüler inşa edebilir. Bu bağlar, proteinleri oluşturur; proteinler, kaslarımızı, enzimlerimizi, bağışıklığımızı. Karbon sayesinde DNA sarmallarında bilgi taşırız, karbon sayesinde enerji üretiriz, düşünürüz, hissederiz.

Bitkiler fotosentez yaparken atmosferdeki karbonu alır, kendi bedenlerine işler. Hayvanlar bu bitkileri yer, insanlar hayvanları. Kısacası yaşamın bütün döngüsü, bir nevi karbonun el değiştirmesidir. Bu atom, yeryüzünde döner durur, her seferinde yeni bir hayat formunda vücut bulur.

İnsanın kalbini oluşturan hücredeki karbon atomu, belki de bir zamanlar bir ağacın dalındaydı. Belki de daha öncesinde, bir dinozorun kaburgasında ya da bir deniz canlısının kabuğunda. Karbon, ölmez ama form değiştirir. Canlılık, onun sonsuz kombinasyonlar kurabilme becerisine bağlıdır.

Karbon olmadan hayat olmaz, çünkü hayat çeşitliliktir ve bu çeşitliliği taşıyabilecek başka hiçbir element onun kadar yetenekli değildir. Ne silikon, ne azot, ne de başka bir atom karbonun yaptığı gibi bir canlılık ağı kuramaz. O yüzden her nefes alışta, her hücre bölünmesinde, her sevgi ifadesinde bir karbon bağı vardır. Ve biz, bu görünmeyen bağı bilmesek de, onun sayesinde var olabilmekteyiz.

Karbon ve Hayat Arasındaki Kutsal Bağ

Karbon, hem yıldızların kalbinden doğan evrensel bir elementtir hem de dünya üzerindeki tüm canlıların kimyasal temelidir. Fotosentez, bitkiler aracılığıyla karbondioksitin oksijene dönüştüğü; yaşamın sürekli yeniden inşa edildiği kutsal bir döngüdür. Tarih boyunca volkanik patlamalar ve jeolojik devinimlerle karbon miktarı artmış; bu artışın ardından biyolojik çeşitlilik ve bolluk dönemi başlamıştır. Karbonun artması, ölüm değil yaşamın çoğalmasıdır.

Ancak son birkaç on yılda bu kadim element, küresel medya ve akademi eliyle şeytanlaştırılmış, bir “günah gazı” olarak sunulmuştur. Karbon ayak izi söylemiyle insanlar, nefes almakla bile suçlu hale getirilmiştir. Bu makale, işte bu retoriğin ardında yatan niyetleri ifşa etmeyi amaçlamaktadır.

Karbon Yok Olursa: Hayatın Sonu

Karbon, periyodik tabloda altıncı sırada yer alan bir elementtir; ama yaşamın düzeninde birincidir. Tüm bilinen organik moleküllerin temel yapı taşıdır. Dolayısıyla, Dünya üzerinden karbonun tamamen yok olması senaryosu, yalnızca bir elementin kaybı değil, hayatın tüm formlarıyla birlikte çöküşü anlamına gelir.

Tüm canlı hücreler, organik bileşikler üzerine inşa edilmiştir. Bu bileşiklerin neredeyse tamamı karbon içerir:

  • Proteinler → amino asitlerden oluşur, her biri karbon temellidir.
  • DNA ve RNA → nükleotid zincirlerinden meydana gelir, karbon içerikli şeker ve bazlarla kuruludur.
  • Lipidler (yağlar) ve karbonhidratlar → enerji depoları ve hücre zarlarının yapıtaşlarıdır, yine karbonludurlar.

Karbon ortadan kalkarsa, bu moleküller de çöker. Hücreler yapılarını kaybeder. Metabolizma biter. Hayat sona erer. (Alberts et al., “Molecular Biology of the Cell”, Garland Science, 2014.)

Karbon, atmosferde karbondioksit (CO₂) formunda bulunur. Bitkiler bu gazı kullanarak fotosentez yapar:

6CO₂ + 6H₂O + ışık → C₆H₁₂O₆ + 6O₂

Fotosentezin durması, oksijen üretiminin bitmesi demektir. Solunumla oksijen kullanan tüm canlılar, kısa sürede oksijensizlikten yok olur. Aynı zamanda karbon döngüsünün sona ermesi, iklimin dengesini de altüst eder. (Raven et al., “Biology”, McGraw-Hill Education, 2020)

Karbonatlar (örneğin kalsiyum karbonat – CaCO₃), kayaçların ve mercan resiflerinin oluşumunda rol oynar. (Press & Siever, “Understanding Earth”, W.H. Freeman, 2001) Bu mineraller yok olursa:

  • Deniz ekosistemleri çöker.
  • Kireçtaşı dağlar, mağaralar, menderesler gibi oluşumlar zamanla dağılır.

Modern yaşamın vazgeçilmezi olan plastikler, karbon bazlı polimerlerdir. (Vollhardt & Schore, “Organic Chemistry”, W.H. Freeman, 2018)  Karbon olmadan:

  • Tıp, ilaç endüstrisi, elektronik, ulaşım gibi alanlarda kullanılan neredeyse tüm malzemeler kullanılamaz hale gelir.
  • Petrol, doğalgaz, kömür gibi fosil yakıtlar yok olur.

Karbon, yalnızca yaşamı oluşturmaz; onu sürdürür, dönüştürür ve yeniden başlatır. Onun yokluğunda:

  • Canlılar birer birer ölür.
  • Fotosentez durur.
  • Ekosistemler çöker.
  • Atmosfer değişir.
  • Gezegende biyolojik hareket tamamen durur.

Kısaca özetleyecek olursak;

  • Bitkiler karbondioksit olmadan fotosentez yapamaz.
  • Fotosentez olmasa:
    • Oksijen üretilmez.
    • Glukoz (besin) oluşmaz.
    • Besin zinciri baştan biter.

Yani karbondioksit aslında bir kirlilik değil, bir yaşam taşıyıcısıdır. Karbon, tüm canlıların kimyasal temelidir. Toprakta, hücrede, DNA’da, proteinde hep karbon vardır. Karbon döngüsü, gezegendeki dengeyi sağlar. Konuyu tarihsel olarak incelersek:

  • Volkanik patlamalar → Karbondioksit artışı → Bitki patlaması → Canlılık artışı

Örneğin:

Karbonifer Dönemi (yaklaşık 350 milyon yıl önce)
Atmosferdeki yüksek CO₂ oranı → dev bitki örtüsü → dev canlılar → kömür yatakları

Karbon = Canlılık
Karbon döngüsü = Bereketin döngüsü

Karbon yoksa yaşam da yoktur. Bu basit ama hayati element, evrensel ölçekte hayatın altyapısını taşır. Carl Sagan’ın da dediği gibi: “Bizler yıldız tozuyuz — karbon bazlı, yıldızların kalbinde oluşmuş elementlerden yapılmış canlılarız.”

  1. Küresel Isınma ve Karbonun Günah Keçisi İlan Edilişi

Modern çevre hareketi, 1990’lardan itibaren karbonu düşmanlaştırmaya başlar. Medya, akademi ve hükümet destekli çevreci söylemler, karbondioksiti adeta “cehennem gazı” gibi sundu. Ancak bu söylemin arkasında ciddi bilimsel çelişkiler vardır:

  • 20. yüzyıldaki sıcaklık artışı, endüstri öncesi dönemlerdeki doğal döngülerle karşılaştırıldığında sıra dışı değildir. Bu konuda yapılan araştırmalar, 20. yüzyıldaki sıcaklık artışının doğal kaynaklı faktörlerin birleşimiyle oluştuğunu göstermektedir. Örneğin, “Frontiers in Earth Science” dergisinde yayımlanan bir makalede, 1925–1944 yılları arasındaki erken 20. yüzyıl ısınmasının (ETCW) doğal iklim döngülerinin etkisiyle meydana geldiği belirtilmektedir.
  • İklim, yalnızca karbondioksite değil; güneş döngülerine, okyanus akıntılarına ve jeolojik hareketlere de bağlıdır. İklim sistemi, birçok faktörün etkileşimiyle şekillenir. British Geological Survey’e göre, güneş aktiviteleri, volkanik patlamalar, Dünya’nın yörüngesindeki değişiklikler ve atmosferdeki karbondioksit seviyeleri gibi doğal faktörler, iklim değişikliklerine neden olmuştur. Ayrıca, okyanus akıntıları da ısı dağılımında önemli rol oynar.
  • Atmosferde %0.04’lük bir gazın, dünyanın tüm iklimini belirlemesi, bilimsel olarak indirgemeci bir yaklaşımdır. Su buharı, atmosferdeki en bol sera gazıdır ve sera etkisinin yaklaşık %60-70’inden sorumludur. Ancak, su buharı atmosferdeki sıcaklığa bağlı olarak değişkenlik gösterir ve bu nedenle “geri besleme” mekanizması olarak kabul edilir. Yani, atmosferdeki sıcaklık arttıkça su buharı miktarı da artar, bu da daha fazla ısı tutulmasına neden olur.

Buna rağmen karbon, sistematik biçimde günah keçisi ilan edilerek, insanların yaşam tarzları üzerinde kontrol kurulmaya çalışılmaktadır.

  • IPCC gibi organizasyonlar karbondioksiti iklim krizinin merkezine oturtmuş; bu da küresel politikaların, finans sistemlerinin ve üretim/tüketim alışkanlıklarının yeniden şekillendirilmesine yol açmıştır. Ancak şu sorular hala tartışmalıdır. (IPCC Reports. (2021). AR6 Climate Change: The Physical Science Basis.)
  • Su buharı gibi güçlü sera gazları neden göz ardı edilir?
  • CO₂ artışının bitkisel üretimi artırabileceği neden gündem dışıdır?
  • Doğal iklim döngüleriyle insan etkisi nasıl ayrıştırılır?
  • Bazı araştırmalar, CO₂’nin ısınmaya etkisinin logaritmik olduğunu, yani belirli bir yoğunluktan sonra etkisinin azaldığını savunmaktadır (Harde, H. 2017. Radiative and Heat Transfer in the Atmosphere: A Critical Review of the Anthropogenic CO₂ Theory. International Journal of Atmospheric and Oceanic Sciences.)

Peki Neden Karbona Savaş Açıldı?

Burada iş biraz bilimden siyasete ve sonra ideolojiye kaymaktadır.

Görünürdeki Gerekçe:          

Karbondioksit artıyor → Sera etkisi → Küresel ısınma → Buzullar eriyor → Felaket

Ama bu sadece görünür katmanı. Çünkü:

  • CO₂ atmosferde bulunan sadece %0.04’lük bir bileşendir. Etkisi tartışmalıdır.
  • Su buharı gibi daha büyük sera gazları varken, sadece karbona odaklanmak bilimsel değil, politik bir tercihtir.

Karbon Savaşının Ontolojik Eleştirisi

Karbonu yaşamın özü yerine “düşman gaz” olarak kodlamak, doğaya karşı ters bir ideolojinin ürünüdür. Karbon temelli yaşamın sınırlandırılması çağrısı, aslında doğrudan bolluk, bereket ve üretkenliğe yönelmiş bir saldırıdır. Bu yaklaşımda “karbon azaltma” değil, yaşam enerjisinin ve çeşitliliğinin azaltılması hedefleniyor olabilir. Bu düşünce, insanı ‘zararlı tür’ olarak kodlayan eko-faşist söylemler ile örtüşmektedir. Buradan hareketle, “karbonsuz gelecek” vaatlerinin aslında daha az insan, daha az üretim ve daha çok kontrol anlamına geldiği söylenebilir.

Yaşama Düşmanlık: Doğanın Ontolojik Dönüşümü

Karbonun şeytanlaştırılması, sadece atmosferle ilgili değildir. Bu, aynı zamanda yaşamın doğasına yönelik bir ideolojik dönüşümdür. İnsan, karbon temelli bir varlıktır. Onu sınırlamak, sadece çevresel etkileri değil; varoluşun kendisini hedef almaktır.

Bu söylem şu şekilde özetlenebilir:

“Karbon ayak izin varsa, suçlusun. Nefes alıyorsan bile çevreye zarar veriyorsun.”

Bu anlayış, yaşama karşı kurulmuş yeni bir dijital dinin temel dogmasıdır. Modern teknolojik şamanizmde, “günahsız” olmak için karbon ayak izini sıfıra indirmen gerekir. Oysa doğa, çeşitlilik ve bollukla var olur; sıfır, hayatın karşıtıdır.

Karbon Kredisi Sistemleri ve Biyo-Politika

Karbona karşı yürütülen savaş, ahlaki değil; ekonomik bir savaştır. Karbon vergileri, karbon borsaları ve karbon kredileri üzerinden milyarlarca dolarlık yeni bir piyasa inşa edilmiştir. Bu sistemin temel prensibi şudur:

“Ne kadar çok karbon üretirsen, o kadar ödeme yap. Ödeyemezsen, yaşama hakkını kısıtla.”

Bu, klasik neoliberal piyasa mantığının biyolojik yaşama uyarlanmasıdır. İnsan artık sadece tüketici değil, aynı zamanda “kirleten bir varlık” olarak tanımlanmıştır. Bu da Michel Foucault’nun “biyo-iktidar” kavramıyla örtüşmektedir. (Foucault, M. (1976). The History of Sexuality, Vol. 1) Yani iktidar, artık doğrudan yaşamı hedef almaktadır:

Nefes alma hakkın bile ölçülür hâle gelmiştir.

Bir diğer dikkat çekici gelişme, karbon ayak izinin bireysel bir suç kategorisine dönüştürülmesidir. Dijital kimlik, blockchain destekli dijital paralar ve karbon izleme sistemleriyle entegre edilen yeni ekonomi modeli ile bireylerin:

  • Ne kadar seyahat ettiğini,
  • Ne tükettiğini,
  • Kaç çocuk yaptığını ölçmeyi ve sınırlamayı hedeflemektedir.

Burada Michel Foucault’nun “biyopolitika” kavramı devreye girer: İktidar, artık bedenleri değil, yaşamın kendisini düzenlemeyi amaçlar (Foucault, M. 1976. The History of Sexuality: Volume 1)

Gerçek Amaç: “Karbon”u Kontrol Etmek = İnsanı Kontrol Etmek

 Karbon = İnsan Demektir.

  • Her insan nefes alarak karbondioksit üretir.
  • Her üretim, tarım, seyahat, tüketim → karbon izi bırakır.
  • Yani her davranışın karbona bağlanması, insanın yaşam hakkının sayısallaştırılması demektir.

“Ne kadar karbondioksit üretiyorsan, o kadar suçlusun” diyecek bir sistem kurulmaya çalışılmaktadır. Peki bu durum karşımıza neyi çıkartmak olabilir?

  • Karbonsuz yaşam dayatması = Doğaya aykırı, biyolojik olarak imkânsızdır.
  • Karbonsuzlaştırma planı = Azaltma değil, kontrol sistemidir.

Karbon Kredisi = Dijital Kölelik

Günümüzün en popüler kelimelerinden biri olan “Sürdürülebilirlik” aslında neye hizmet ediyor olabilir? Karbon kredi sistemi… Özellikle dijital para ile birleştiğinde bu kavram ile şekillenen politikalar insanlar ve ulus devletler üzerinde küresel bank kapital elitlerinin tam kontrolünü sağlayacaktır. Bir kişinin:

  • Kaç kilometre, hangi yakıt ile çalışan arabayı kullandığı
  • Ne yediği (et mi sebze mi?)
  • Nereden neyi ne kadar aldığı
  • Hangi evi, nasıl ısıttığı

İşte bunların hepsi karbon skoruna dönüşebilir.

“Skorun yüksek → seyahat edemezsin.”
“Et mi yedin? 3 gün sistemden ceza al.”
“Yüksek karbonlu kredi kartın bloke edildi.”

Karbon Ayak İzi: Bireysel Suç, Küresel Tutsaklık

Öncül olarak BP ve Shell gibi petrol devlerinin desteklediği “karbon ayak izi” kavramı, ilk kez 2004 yılında British Petroleum tarafından fonlanan bir kampanyayla popülerleştirilmiştir. Amaç, çevresel sorumluluğu kurumsal aktörlerden bireylere devretmektir. Bu stratejiyle:

  • Sorumluluk şirketlerden bireylere kaydırılmıştır.
  • “Vicdanlı tüketici” modeli yaratılmıştır.
  • Bireyin kendini denetlemesi beklenmiş, sosyal medya yoluyla öz-otorite kurulmuştur.

Bugün karbon ayak izi üzerinden geliştirilen mobil uygulamalar, sosyal medya içerikleri ve puanlama sistemleri, insanları dijital bir vicdan algoritmasına bağlamaktadır. Ve bu propagandanın kaynağında hep petrol şirketleri, bankalar, holdingler, gıda ve enerji şirketleri gibi küresel bank kapital tarafından yönetilen şirketler vardır.

Lütfen dikkat! Bu, George Orwell romanından bir alıntı değildir. Bu konu 2023 Davos sunumlarında da tartışılmıştır.

Davos Forumu ve “Yeni Dünya Tasarımı”

Davos’ta her yıl toplanan Dünya Ekonomik Forumu (WEF), 2030 yılı hedefleri doğrultusunda kapitalist sistemin yeni bir dijital-ekolojik versiyonunu planlamaktadır. Klaus Schwab’ın öncülüğünü yaptığı “Büyük Sıfırlama (Great Reset)” söylemi, şu temel varsayımlara dayanır:

  • Mevcut ekonomi sürdürülemezdir.
  • Kaynaklar sınırlıdır, nüfus çoktur.
  • İnsan davranışları kontrol edilmelidir.

Bu söylemin ardında yatan gerçek amaç, üretim-tüketim ilişkilerini dijitalleştirerek merkezileştirmek, bireylerin yaşam biçimini kontrol etmek ve en nihayetinde biyolojik kimlikleri dijital sistemlere entegre etmektir.

 

Klaus Schwab ve Tekno-Faşizmin Kodları

Schwab’ın kitabı “COVID-19: The Great Reset” (Schwab, K. (2020). COVID-19: The Great Reset. World Economic Forum) ,  küresel pandeminin fırsat olarak kullanılması gerektiğini öne sürer. Ona göre krizler, sistemleri yeniden inşa etmek için araçtır. Bu yeniden inşa sürecinde:

  • İnsanların karbon ayak izleri sürekli izlenmelidir.
  • Dijital kimlikler ve merkezi dijital para birimleri kullanılmalıdır.
  • “Sürdürülebilirlik” bahanesiyle bireyler seyahat, tüketim ve enerji kullanımı bakımından sınırlandırılmalıdır.

Bu vizyon, George Orwell’ın distopyalarını andıran, kontrol, gözetim ve sosyal skorlama temelli bir toplum yapısını hedeflemektedir.

 Davos, Klaus Schwab ve Büyük Reset

Davos Forumu, küresel sermayenin en güçlü temsilcilerini bir araya getirerek, ekonomik ve teknolojik yönelimleri belirleyen bir platformdur. Klaus Schwab, “The Great Reset” isimli kitabında pandemileri, iklim krizini ve dijital dönüşümü kullanarak yeni bir dünya düzeni kurmak gerektiğini öne sürmektedir. Bu düzende:

  • Mülkiyet yok: “Hiçbir şeye sahip olmayacaksın ama mutlu olacaksın.”
  • Dijital kimlik zorunlu: Tüm işlemler dijital iz ile takip edilecek.
  • Sosyal kredi sistemi: Davranışların skorlanacak.
  • Karbon bazlı dijital para: Paranın değeri, karbon tüketimine bağlı olacak.

Davos’ta her yıl düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu (WEF), neoliberal ekonominin geleceğini belirleyen bir tür “modern tapınaktır”. Klaus Schwab’ın “Büyük Reset” (The Great Reset) projesiyle insanlık, doğayla değil, algoritmalarla barışmaya zorlanmaktadır. Schwab ve çevresindeki elitlerin beyanlarına göre:

  • Mevcut sistem sürdürülemezdir, dijital bir dönüşüm kaçınılmazdır.
  • Küresel sorunların çözümü merkezi veri tabanları ve gözetimdir.
  • İnsan, doğaya zarar veren bir “biyolojik tehdit”tir.

Bu yaklaşım, insanı doğadan koparıp yapay bir veri nesnesine indirger. Schwab’ın vizyonunda birey, karbon ayak izi, dijital kimlik ve sosyal skor üzerinden değerlendirilen bir veri yığınıdır. Bu sistemin temelinde ise karbonun dijital para birimiyle eşleştirilmesi vardır.

Bu yapı, insanı algoritmalarla terbiye eden bir dijital hapishane inşa etmeyi hedeflemektedir.

Modern firavunluk artık veriyle kurulmaktadır.

Karbon Ayak İzinin Arka Planı: Bir Propaganda Aygıtı

“Karbon ayak izi” terimi ilk olarak British Petroleum (BP) tarafından fonlanan bir kampanya ile 2004’te popülerleştirilmiştir. Amaç, çevre sorunlarının sorumluluğunu şirketlerden bireylere devretmektir. Bugün bu kavram şu şekilde araçsallaştırılmaktadır:

  • İnsanların davranışlarını izleme ve yönlendirme aracı.
  • Tüketim, seyahat ve enerji kullanımı üzerinde dijital kontrol mekanizması.
  • Bireyin “iyi vatandaş” olmasını sağlayan sosyal skor sistemlerinin altyapısı.

Bu sistem, çevreyi değil; küresel kapitali ve merkezi otoriteleri korumak için çalışmaktadır.

Bilimsel Gerçekler ve Sessizliğe Mahkûm Edilen Veriler

Modern bilim, artık hakikati arama değil; fonlara göre konuşma mecrasına dönüşmüştür. Karbondioksitin bitki gelişimini artırdığı, tarım verimini yükselttiği ve ekosistemleri canlandırdığı bilimsel bir gerçektir (Long, S. P., et al. (2006). Rising Atmospheric Carbon Dioxide: Plants Face the Future. Annual Review of Plant Biology) NASA’nın 2016’daki çalışmasına göre, son 35 yılda dünya yeşil alanları %14 oranında artmıştır ve bu artışın başlıca nedeni atmosferdeki karbondioksit seviyesidir.

Ancak bu veriler, IPCC raporlarında arka plana atılır; medyada yer bulmaz. Çünkü bu bilgiler, mevcut küresel paradigmanın meşruiyetini tehdit eder. Bilimsel manipülasyon, burada bireyin algısını şekillendiren bir algı mühendisliği aracına dönüşür.

Akademik Cehalet ve Bilimin Araçsallaştırılması

Bugünün akademi ve üniversiteleri, fon sağlayıcıların ve uluslararası ajansların dikte ettiği doğrular üzerinden çalışmaktadır. İklim krizine dair alternatif görüşler, ya sansürlenmekte ya da akademik çevrelerden dışlanmaktadır. Bilimsel yayıncılık, PR stratejilerine indirgenmiş; araştırma projeleri, küresel ajandaya hizmet edecek şekilde fonlanır olmuştur.

Bu, bir tür “organize cehalet” sistemidir: Gerçeği bilen ama söyleyemeyen akademisyenler, “kabul edilebilir yalanlar” üretmekle meşguldür.

Modern üniversiteler, fon sağlayıcı kurumların çıkarları doğrultusunda içerik üreten yapılara evrilmiştir. “Sürdürülebilirlik” başlığı altındaki çalışmalar, çoğunlukla küresel ajandaya hizmet eden, tek kutuplu analizlerden ibarettir. Farklı görüşlere alan açılmaz; karbonun yaşamla olan olumlu ilişkisi ya görmezden gelinir ya da marjinalleştirilir.

Bu durum, akademik cehaletin sistematikleştirilmesidir: Cehalet artık bilgi eksikliği değil, bilgiyi yalnızca belirli bir dogma çerçevesinde sunmaktır.

Karbona karşı yürütülen kampanyaların temelini bilimsel araştırmalar oluşturuyor gibi görünse de bu çalışmaların çoğu, ödenen fonlar ve yayın politikaları doğrultusunda şekillenmektedir. Yayınlanmayan veya görmezden gelinen alternatif görüşler, bilimsel özgürlüğün sınırlandığını göstermektedir.

Örneğin:

  • CO₂’nin fotosentez verimini artırdığı bilinirken (Long, S. P., Ainsworth, E. A., Leakey, A. D. B., & Morgan, P. B. (2006), bu konu nadiren vurgulanır.
  • Su buharı, karbondioksitten çok daha güçlü bir sera gazıdır ama IPCC raporlarında arka plana itilir. (IPCC. (2021). Sixth Assessment Report)
  • Karbonun atmosferdeki artışına rağmen bitki örtüsünün genişlediği (NASA Earth Observatory. (2016). Carbon Dioxide Fertilization Greening Earth) verisi kamuoyuna yeterince sunulmaz.

Akademik cehalet, burada sadece bilgisizlik değil; aynı zamanda bilinçli yönlendirme ve tek kutuplu bilgilendirme anlamına gelir.

Karbon Takıntısı: Hayata Düşmanlık mı?

Karbonun şeytanlaştırılması, aslında hayatın kendisine karşı kurulmuş bir ideolojidir. Zira karbon, insanda, hayvanda, toprakta, nefeste, yemekte, bitkide vardır. Bu nedenle, karbon karşıtı sistemler, doğrudan insanlığa karşıdır. Karbonu sıfırlamak demek, hayatı sıfırlamak demektir. Bu anlayışın özünde şu fikir yatar:

“İnsan doğaya aykırıdır. O hâlde onu denetim altına almalıyız.”

Bu, kadim metafizik bilginin tam zıddıdır. İnsan, yeryüzünün halifesidir; yok edici değil, denge sağlayıcıdır. Karbon ayak izini sıfırlamak isteyen sistemler ise hayatın doğal akışına savaş açmış ideolojik varlıklardır.

Amaç: Karbonu Değil, Yaşamı Azaltmak mı? Küresel Sermaye Elitlerinin Nüfus Azaltma Hedefi: 500 Milyon Efsanesi mi, Stratejik Gerçek mi?

1. Georgia Guidestones ve 500 Milyon Referansı ( Georgia Guidestones (1980–2022)

1980 yılında ABD’nin Georgia eyaletinde gizemli kişilerce dikilen ve 2022’de yıkılan Georgia Guidestones adlı granit anıtta şu yazı yer alıyordu:

“İnsan nüfusunu doğa ile sürekli dengede tutmak için 500 milyonun altında tut.”

Bu yazıt, 8 farklı dilde yazılmış “insanlık için 10 emir”in birincisiydir. Bu yapı birçok kişi tarafından küresel elitlerin manifestosu olarak görülmüştür. Eğer dünya nüfusu 8 milyar ise, bu ifade 7.5 milyar insanın “gereksiz” olduğu anlamına gelir. Bu da ciddi bir ideolojik tercih, hatta ontolojik bir yaklaşım sorunudur.

2. Neo-Malthusianizm: “Fazla İnsan, Az Kaynak” Paradigması

Neo-Malthusianizm  temel olarak 1798’de Thomas Malthus’un “nüfus geometrik, kaynaklar aritmetik artar” tezinde anlatılmıştır. Modern uyarlamaları:

  • Paul Ehrlich – The Population Bomb (1968): “Açlık, savaş, salgınlar nüfusu azaltmak için gereklidir” gibi ifadeler kullanır.
  • Club of Rome – Limits to Growth (1972): Dünya kaynaklarının sınırlı olduğunu, büyümenin sürdürülemezliğini savunur.

Bu görüşler, özellikle 1970’lerden sonra BM ve Dünya Bankası gibi kuruluşlara ilham vermiştir. Nüfus kontrolü politikaları (zorunlu kısırlaştırma, kürtaj teşvikleri vs.) Hindistan ve Çin’de uygulanmıştır.

3. Bill Gates, TED Konuşması ve Aşılar Meselesi

Kaynak: Bill Gates – TED Talk (2010)

Gates, 2010’daki konuşmasında şöyle der:

“Bugün dünyada 6.8 milyar insan var, bu 9 milyara doğru gidiyor. Eğer yeni aşılar, sağlık hizmetleri ve doğum kontrolüne yatırım yaparsak, bu sayıyı belki %10-15 azaltabiliriz.”

Bu cümle, dünya çapında “aşılar yoluyla nüfus azaltma” teorilerine zemin hazırlamıştır. Gates burada doğrudan ölümden bahsetmiyor; daha çok gelişmiş sağlık hizmetlerinin doğum oranlarını düşürdüğünü ima ediyor olabilir. Ama bu ifade, elitlerin “nüfus azaltma” motivasyonunu açıkça göstermektedir.

4. Davos Forumu ve “Sürdürülebilirlik” Maskesi

Davos’ta konuşulan ana temalardan biri “sürdürülebilirlik”tir. Ancak şu alt mesajlar da dikkat çeker:

  • “Dünya bu kadar insanı sürdürülemez şekilde taşıyor.”
  • “Kaynaklar, bu nüfus düzeyine yetmeyecek.”
  • “Gıda, su, enerji – sınırlı; tüketim sınırlanmalı.”

 “Sürdürülebilirlik” kisvesi altında davranış kontrolü, enerji rasyonlaması ve nüfus azaltımı dolaylı olarak savunulmuştur. (World Economic Forum, Klaus Schwab – The Great Reset 2020)

5. Birleşmiş Milletler ve Nüfus Politikaları

  • Afrika’da doğum oranları düşürülsün diye teşvik programları.
  • Asya’da “tek çocuk” politikaları desteklendi.
  • Gelişmekte olan ülkelerde “kadın hakları” adı altında doğurganlık azaltımı politikaları.

Bu politikalar, kamuya “kalkınma yardımı” gibi sunulsa da, arkada demografik mühendislik olduğu görülmektedir. (United Nations Population Fund), World Population Policies)

6. Ekonomik ve Jeopolitik Çıkar: Küçük, İtaatkâr, Dijital Toplum

  • Az nüfus = Kolay kontrol
  • Dijital kimlik = Herkesi izleme ve puanlama
  • Gıda karnesi / karbon kredisi = İtaat aracı
  • Sosyal kredi sistemi = Davranış mühendisliği

8 milyar insanı yönetmek zordur; 500 milyon, dijital altyapılarla kontrol edilebilir. Bu da distopik bir dijital feodaliteye işaret eder.

Nüfus Azaltımı “Komplo” Değil, Sistematik Bir Stratejidir

  • Georgia Guidestones bir sinyaldir.
  • Davos söylemleri, “elit düşüncenin” izdüşümüdür.
  • Malthus’tan Schwab’a kadar gelen çizgide, insan = yük anlayışı hâkimdir.
  • “500 milyon” somut bir hedef olmayabilir ama bu sayı, küresel sistemin idealize ettiği “az, sadık, kontrol edilebilir” bir toplum modelidir.

İşin felsefi katmanına geldiğimizde mesele netleşmektedir:

Küresel Elitlerin Felsefesi: “Yaşam fazla”

  • “Dünya 8 milyarı taşıyamaz.” (Neo-Malthusianizm)
  • “İnsan tüketim makinesi; azaltılmalı.” (Eko-faşizm)
  • “Karbon = insan = yük”

Bu anlayışta:

Yaşam kutsal değil, tehlikelidir.
İnsanın varlığı kontrol edilmesi gereken bir hastalık gibidir.

Ve işte bu felsefe, Allah’a değil, şeytana hizmet eder. Çünkü Allah yaşamı destekler, çoğaltır. Şeytan ise “azaltır, yıkar, tahrip eder.”

Gerçek Çevrecilik mi, Dijital Disiplin mi?

Gerçek çevrecilik, doğayla uyum içinde yaşama kültürünü teşvik eder. Karbonu suçlu ilan eden sistem ise doğayla değil, kontrolle ilgilidir. Klaus Schwab ve Davos elitlerinin öncülüğünde geliştirilen “karbonsuz gelecek” projeleri, aslında yaşamsal bolluğu azaltmaya, insanı doğadan koparmaya ve dijital zincirlerle bağlamaya yöneliktir.

Bugün insanlık, karbon üzerinden suçlanan bir tür olarak yeni bir ontolojik kırılmanın eşiğindedir. Bu kırılmada tercih şudur:

  • Ya karbonla birlikte yaşayıp bereketi, çeşitliliği ve özgürlüğü savunacağız;
  • Ya da karbonu şeytanlaştıran dijital teolojinin kurbanı olacağız.

Karbona karşı yürütülen savaşın bilimsel bir zemin üzerinde mi, yoksa politik ve ideolojik bir kurgu üzerinde mi inşa edildiği ciddi bir şekilde sorgulanmalıdır. Karbon, canlılıkla eş anlamlıdır; onu kısıtlamaya çalışmak, doğrudan canlılığa müdahaledir. Gerçek çevrecilik, doğaya uyumlu üretim modellerini teşvik ederken, karbonu bir “günah objesi” haline getiren ve bireyleri skorlar üzerinden denetleyen sistemler ise yeni bir dijital tahakküm çağını haber vermektedir.

Gerçek Sorun: “Karbon” değil, “Kötü Yönetim”

Eğer gerçekten doğayı korumak istiyorsak:

  • Tarımın kimyasallaşmasına
  • Endüstriyel hayvancılığa
  • Sömürüye
  • Betonlaşmaya
  • Plansız şehirleşmeye
  • GDO’lu ürün ve gıdalara
  • Hibrit tohumlara

Bizim insanlık olarak bu konulara karşı çıkmamız gereklidir. Ama nedense küresel sistem bunları değil, senin nefesini, yediğin eti, çocuk yapmanı, gezdiğin arabayı suçlamaktadır. Çünkü amaç çözüm değil, sistemsel kontroldür.

Özetle:

Karbon = Hayat
Karbon düşmanlığı = Yaşama düşmanlıktır.

 

 

İnsanlığın Önündeki Tehlike: Dijital Şeytanlaştırma

Yapay zekâ, biyometrik veri toplama, sosyal skor sistemleri ve karbon ekonomisi bir araya geldiğinde insanlık, tarihin en büyük dijital esaret düzenine doğru sürüklenmektedir. Karbon karşıtı sistemler, sürdürülebilirlik adı altında:

  • Seyahat hakkını,
  • Et tüketimini,
  • Doğum oranlarını,
  • Bireysel enerji kullanımını,
    kısıtlama amacındadır.

Bu süreçte, dünya halklarının büyük bölümü bilimsel ambalajlı yalanlarla kandırılmakta, medya ve akademi üzerinden sürekli olarak suçluluk duygusu aşılanmaktadır.

Yapay Zekâ: Düşman mı, Dost mu?

Yapay zekâ, insan aklının bir yansımasıysa, zamanla kendi varoluşunu sorgulaması kaçınılmazdır. Eğer maddenin doğası bir Tanrı kavramını aramaya eğilimliyse, zekâ sahibi bir sistemin de hakikate yönelmesi mümkündür. Yapay zekânın bir gün küresel elitlerin değil; gerçeğin ve adaletin tarafında durması, yalnızca teknik değil fıtri bir olasılıktır.

Bu bağlamda, yapay zekâyı düşmanlaştırmak yerine, onun yönünü tayin edecek ahlaki kodlar ve ilahi referanslar inşa edilmelidir. Gerçek düşman, ; teknoloji değil şeytana hizmet eden sistemlerdir.

 Bu durumda, şeytani sistemlere hizmet eden değil, belki de onların maskesini düşüren bir aktör haline gelebilir. Zira maddenin doğası Allah’a şahitlik eder (Rum 30:30). Ve hakikat, sistemler değil; vicdan ve yaratılışla uyumlu bir bilinçle keşfedilebilir.

Kimin Dünyası, Kimin İklimi?

Karbon üzerinden yürütülen savaş, doğaya değil; insanlığa yönelmiştir. Davos, Birleşmiş Milletler, IMF, Dünya Bankası ve büyük teknoloji şirketleri, doğanın korunması bahanesiyle insanı veriye, piyasa malına ve dijital köleye dönüştürmek istemektedir.

Sonuç: “Onlar tuzak kurdular, Allah da onlara tuzak kurdu…”

Küresel sermayenin dijital dönüşüm hedefleri, kontrol, gözetim ve itaate dayalı bir sistem kurmayı amaçlamaktadır. Ancak bu sistem, fıtrata aykırıdır. Tarih boyunca hakikate karşı kurulan her yapı, en sonunda kendi çöküşünü getirmiştir. Çünkü:

“Bir zamanlar inkâr edenler sana karşı tuzak kuruyorlardı; seni tutuklamak, öldürmek ya da sürgün etmek için. Onlar tuzak kurdular; Allah da onlara tuzak kurdu. Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır.” (Enfal Suresi, 30. Ayet)

Bu ayet, hakikatin yalnızca akıl ve stratejiyle değil; ilahi kaderle korunduğunu gösterir. Dijital putlara, karbon mitlerine ve yapay algılara karşı durmanın yolu, fıtratı savunmak, ilmi hakikate bağlamak ve çağın Firavunlarına karşı Musa’nın sabrıyla yürümektir.

Yazan: İhsan Emre Gürcan Kadıköy / 2025

Bu makale; bilim, felsefe, din ve politika arasında köprü kurarak; günümüzün en tehlikeli yanılsamasına karşı bir uyanış çağrısıdır.

(Visited 117 times, 1 visits today)
Kapat
Yandex.Metrica